Antalya’da bazı kurumlar vardır; yaptıkları işlerden çok, susmadıkları anlarla hatırlanırlar. Mimarlar Odası da bu kurumlardan biridir. Çünkü bu şehirde “kent” dediğimiz şey çoğu zaman bir plan değil, bir mücadele alanı olarak karşımıza çıkar.
Mimarlar Odası Antalya Şubesi, 18 Ocak 2026’da seçimle yeni yönetimini belirleyecek. Mesleğin iç işleyişi gibi görünen bu süreç, aslında Antalya’nın kamusal alanlarına, kültürel mirasına ve şehircilik refleksine dair önemli bir turnusol niteliği taşıyor.
Seçime sayılı günler kala, Mimarlar Odası Antalya Şube Başkanı ve başkan adayı Hasan Çerçiler ile kapsamlı bir röportaj gerçekleştirdim. Söyleşide, Mimarlar Odası’nın iki dönemlik yönetim pratiğinden Antalya Müzesi ve Boğaçayı dosyalarına kadar kentin en sert başlıkları ele alınıyor. Röportajın tamamı YouTube kanalımda (@cekicayla) izlenebilir.
Çerçiler, iki dönemlik görev süresini samimi bir dille ve özeleştiri yaparak anlattı. Pandemi sonrası dönemde oda ile üyeler arasındaki bağın zayıfladığı bir süreçte “mimarı yeniden odaya çekme” hedefi, doğru bir yerden kurulmuş görünüyor. Nöbetçi yönetim kurulu üyesi uygulaması, “mimar için mimar muhatap” yaklaşımı, gençlik meclisi gibi mekanizmalar; meslek örgütünü tabeladan ibaret bırakmayan pratikler olarak öne çıkıyor.
Gelirleri kısıtlanan bir odada etkinliklerin sponsorluklarla yürütülmesi de kaynak yaratma zorunluluğuna verilen pratik bir yanıt. Abartmaya gerek yok; ancak bu şehirde birçok kurum hâlâ “niyet” aşamasında takılı kalmışken, somut üretimin kıymetli olduğunu teslim etmek gerekir.
Antalya Müzesi: Koruma mı, küçültme mi?
Ancak asıl mesele, bir meslek örgütünün etkinlik takviminden çok daha büyük. Mimarlar Odası’nın Antalya’daki gerçek sınavı, kentin en sert dosyalarında ne söylediği ve bu sözleri ne kadar dinletebildiğiyle ölçülür.
Röportajın can alıcı bölümlerinden biri Antalya Müzesi tartışmasıydı. Çerçiler’in altını çizdiği nokta önemli: Oda, yarışmayla ortaya çıkan ana yapının korunmasını savunuyor; ancak “koruma” adı altında binanın eklerle boğulmasına, ihtiyacı karşılamayan dar bir alana sıkıştırılmasına ve modern müzeciliği taşıyamayan bir anlayışa itiraz ediyor.
Bugün Antalya yılda yaklaşık 17 milyon turisti ağırlayan bir şehir. 1960’ların, 70’lerin ölçeğiyle “müze koruyoruz” demek, aslında müzeyi de kenti de küçültmek anlamına geliyor. Kültür yatırımı konuşulurken sıkça sığınılan “bina korunsun” cümlesi, tek başına hiçbir şeyi çözmüyor. Depolar nerede olacak, sergileme alanı nasıl genişleyecek, kamusal alan nasıl kurulacak, ziyaretçi deneyimi nasıl tasarlanacak?
Karayolları arazisi gibi kamusal rezervlerin gündeme gelmesi bu yüzden kritik. “Koruduk” denilip alelacele yıkılan, ardından da yeni ihtiyaca cevap veremeyen bir müze anlayışı, Antalya’ya gelecek değil, yalnızca vitrin üretir. Antalya’nın artık vitrine değil, ölçeğe ve içeriğe ihtiyacı var.
Boğaçayı: Plan mı, risk mi?
Gelelim Boğaçayı’na… Bu dosya, Antalya’nın şehircilik hafızasında özel bir yere sahip. Çünkü Boğaçayı bir “arsa” değil; bir su rejimi, bir risk haritası, bir doğal koridor ve bir sel hikâyesidir.
Röportajda Çakırlar bölgesi üzerinden çizilen tablo oldukça net: Sel riski, zemin sıvılaşması, dere yatağı karakteri ve taşkın geçmişi… Bu kadar çok kırmızı bayrağın olduğu bir alanda “plan yaptık” diyerek beton üretmek, teknik bir tercih değil; siyasi ve idari bir karardır.
Burada kişisel eleştirim sert: Antalya’da bazı projelerde refleks hep aynı çalışıyor. Önce “kamu yararı” deniyor. Ardından itiraz edenler “engel” olarak etiketleniyor. Süreç oldu bittiye getiriliyor. En sonunda da herkesin önüne şu cümle konuyor: “Dinledik.”
Oysa dinlemek, kararın üzerine serilen bir örtüye dönüşüyorsa; bu şehirde ortaya çıkan şey ortak akıl değil, ortak bir suskunluktur.
Benim itirazım çok net: Boğaçayı gibi bir alanda riskler bu kadar görünürken yapılması gereken, itiraz edenlerle kavga etmek değil; bilimsel veriyi, afet gerçeğini ve kamu güvenliğini merkeze alarak projeyi baştan tasarlamaktır.
“Konu kamu otoritesine ve yetkili makamlara doğru aktarılmıyor olabilir” cümlesi bile başlı başına bir alarmdır. Çünkü doğru aktarılmayan şey, bir kentin geleceğidir. Ve bu şehirde geleceği yanlış aktararak atılan her imza, bir gün hepimize fatura edilir.
18 Ocak 2026’daki seçim, Mimarlar Odası açısından yalnızca bir yönetim değişimi değil; Antalya’da meslek örgütlerinin gerçekten “kent” konuşup konuşamayacağının da bir göstergesi olacak. Mimarlar Odası’nın dava kazanma konusunda oluşturduğu birikim önemlidir. Ancak Antalya’nın ihtiyacı artık sadece “kazandık” demek değil; kazanılanı kente nasıl tercüme ettiğini de gösterebilmektir.
Bu yazı bir tarafı parlatmak için kaleme alınmadı. Antalya’da kimseye PR borcum yok. Ancak bu şehir, kamusal alanlarına müdahale edildiğinde hâlâ itiraz edebilen kurumlara muhtaç. Asıl mesele, o itirazın yalnızlaşmaması ve kentin gerçek gündemiyle birleşebilmesidir.
Antalya Müzesi’nde “koruyoruz” diyerek küçülten anlayışa da, Boğaçayı’nda “dinliyoruz” diyerek beton döken pratiğe de aynı yerden bakıyorum. Çünkü bu şehir, planı şovla karıştıranların elinde kaybediyor.
Ve Antalya’nın kaybedecek zamanı yok.
Çünkü artık kent mücadelesi bir tercih değil; hayatta kalma meselesi.
Yorumlar
Kalan Karakter: