Satranç…
İnsanoğlunun binlerce yıldır düşünmeyi, sabretmeyi ve strateji kurmayı bir tahtanın üzerine işlediği oyun.
Kökeni Mısır ve Hindistan’a kadar uzanır; Persler onu “şatranc” olarak adlandırıp batıya taşımışlardır.
Taşlar değişti ama oyun aynı kaldı:
Düşünmeden yapılan her hamle, kaybedilen bir oyundur.
Ben satrançla çocukluk yıllarımda, abim sayesinde tanıştım.
O zamanlar sadece bir oyundu belki; ama farkında olmadan, hayata ve işe dair strateji düşünmemin temelleri o tahtada atıldı.
Bir piyonun ilerlemek için sabra, bir vezirin ise doğru anda geri durmayı bilmeye ihtiyacı olduğunu orada öğrendim.
Hayatta da öyle değil mi? Herkesin bir yeri, bir zamanı, bir hamlesi var.
Geçenlerde klinikte Stefan Zweig’ın Satranç kitabı gözüme ilişti.
Sayfalarını karıştırınca, hatırladım:
Kitaptaki karakter, Nazi döneminde aylarca tek başına hapsediliyor.
Bir gün gizlice bir satranç kitabı buluyor ve taşsız, tahtasız, sadece zihninde oynamaya başlıyor.
Zweig aslında şunu söylüyor:
Bedenin tutsaklığı geçicidir, ama insan kendi zihninde hapsoldu mu, oradan kaçış yoktur.
Asıl özgürlük de, tutsaklık da insanın içinde başlar.
Askerdeyken Manisa, Alaşehir’de, ulaştırma birliğinde bu duyguyu başka bir biçimde hissetmiştim.
Bizim binalar eskiydi, karşıdakiler yeniydi.
Orada genelde “önceden adı geçenler” kalırdı.
Bazen gizlice oraya geçip satranç oynardık.
Hatta onların binasının önündeki karadut bile daha güzel gelirdi insana.
Bizim otomatta nane limon yoktu.
O soğuk Aralık günlerinde, o sıcak nane limon kokusu bile farkı hissettirirdi.
Sanki küçük bir içecek değil, “burada sen değilsin” diyen bir sessizlikti.
Bugün geriye dönüp baktığımda, satrancın bana sadece oyun oynamayı değil, düşünmeyi öğrettiğini görüyorum.
Bazen en iyi hamle, yapmamaktır.
Çünkü her taşın bir kaderi, her insanın bir zamanı var.
Belki de asıl ustalık, oyunu kazanmakta değil
oyunu sürdürebilmekte.
Esenlikle kalın…
Yorumlar
Kalan Karakter: