Karar vermek aslında insanın en eski yüklerinden biri. Bugün seçenekler arttı, hayat kolaylaştı ama tuhaf biçimde karar verme kasımız zayıfladı. Bir kahve alırken bile düşünür olduk: sütlü mü, sütsüz mü, badem sütü mü, yulaf mı…
Modern insanın zihni, seçenek bolluğu içinde yorulurken, binlerce yıl önce birileri çok daha basit bir şey yaptı: bir kemiği havaya attı.
Zarın tarihi, insanlık tarihinin en dürüst aynalarından biridir. İlk zarlar, hayvan ayak bileği kemiğinden (astragalus) yapılıyordu. O zamanlar hâlâ “zar” denilmiyordu; kader deniyordu, tanrıların işareti deniyordu, yön bulma deniyordu.
Çünkü insan, karar veremediğinde göğe baktığı gibi, elindeki küçük kemiğe de baktı. “Bana yol göster,” dedi. Belki farkında değildi ama aslında kendi içindeki kararsızlığı dışarı atıyor, ne çıkarsa onu kabullenerek sorumluluğu hafifletiyordu.
Sonra zarlar kemikten taşa, taştan bronza, bronzdan fildişine evrildi. Ama insanın derdi hiç değişmedi: karar vermek zordu.
Zar bu yüzden var oldu. Zar, yükü hafifletmek için. Zar, “ben seçemedim” diyebilmek için. Zar, bazen kendi irademiz ile kader arasında küçük bir tampon bölge yaratmak için.
Bugün kimse kaderi kemikle okumuyor belki ama alışkanlık baki: uygulama indirirken, sevgili seçerken, iş değiştirirken, hatta ne yiyeceğimize karar verirken bile içimizden küçücük bir fısıltı geçiyor: “Keşke biri benim yerime karar verse…” İşte zarın asıl gücü burada yatıyor. İnsan, binlerce yıldır en çok kendinden kaçıyor; en kolay da kararı bir şansa, bir işarete, bir dış sese bırakınca nefes alıyor.
Belki de modern çağın en büyük paradoksu şu: özgürlüğümüz arttıkça kararlarımız ağırlaşıyor. O yüzden ara sıra zar atmak hâlâ iyi geliyor. Kararı şansa bırakmak değil bu; sorumluluğu biraz olsun hafifletmek. Kendimizle kavga etmeyi bırakmak. Bir sonraki adımı bir işaretle kutsamak.
İnsan neden zar atar?
Çünkü bazen doğru kararı bulmak değil, kararsızlığın ağırlığını indirmek ister.
Esenlikle kalın.
Yorumlar
Kalan Karakter: