Geçtiğimiz günlerde Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek’in, cezaevinden başkanvekili olarak seçilen Avukat Büşra Özdemir’e yönelik yaptığı tebrik paylaşımı gündeme düştü. Sosyal medya üzerinden paylaşılan bu mesajda, Özdemir için “Yörük kızı ve adaletin temsilcisi” deniyor; vicdan, liyakat ve çalışkanlık vurgulanıyor. Mesajın sonunda ise görev tanımı “emanet nöbeti” olarak yapılıyor. Yani geçici bir görevlendirme…
Kulağa bir nezaket mesajı gibi geliyor olabilir. Ancak satır aralarını biraz dikkatli okuyunca başka bir tablo çıkıyor karşımıza. Başkan Böcek, Büşra Özdemir’in adını kendi siyasi mirasıyla ilişkilendiriyor, onu “aileden” ilan ediyor. ‘Yörük kızı’ vurgusu, hem kendisinin hem Özdemir’in aidiyetini ön plana çıkarıyor. ‘Adaletin temsilcisi’ ifadesi ise hem mesleki kimliğine hem de belediye yönetiminin siyasi pozisyonuna gönderme niteliğinde.
Görünen o ki bu tebrik, sadece bir temenni değil. Aynı zamanda bir güç aktarımı. “Ben demek Büşra demek” mesajı, hem içeride hem dışarıda bir pozisyon sabitlemeye çalışıyor. Belediye içi dengeler açısından bakıldığında bu mesaj, bir tür ‘emanet’ değil, açık bir ‘devam’ niyetinin ilanı gibi duruyor.
YİNE BİR “BEN YAPTIM OLDU” HİKAYESİ
Antalya Arkeoloji Müzesi, uzun süredir gündemdeydi. Depreme dayanıksız olduğu iddiasıyla kapatıldı. Ancak burada dikkat çekici bir çelişki var: Deprem riski 2020 yılında ortaya konulmuş olmasına rağmen, yapı 2025’in yaz ortasına kadar açık kaldı. Yani tam dört yıl boyunca, riskli ilan edilen bir bina ziyaretçiye açık tutuldu. Tehlike, risk, can güvenliği gibi kavramlar bu süreçte ne kadar samimiyetle ele alındı, tartışılır.
Kapatma kararının ardından gelen tepkiler ise oldukça netti. Mimarlar, akademisyenler, sivil toplum kuruluşları, bu kararın yerine güçlendirme önerisinde bulundu. Ancak sesler duyulmadı. Müze kapatıldı. Bu sadece bir fiziksel kapanma değil; aynı zamanda bir hafızanın, bir kültür belleğinin üzerinin örtülmesiydi.
Oysa bu şehir, tarihiyle birlikte bir anlam taşıyor. Binlerce yıllık geçmişe sahip bir yapıyı, bu kadar sessiz ve etkisiz biçimde tarihten silmek kolay olmamalıydı. Ama oldu. Çünkü biz hala kamuoyunu ikna etmeye çalışmak yerine, kamuoyunu aşmaya çalışıyoruz. Oysa ikisi arasında derin bir fark var. Müzeyi kapatan kararlar, halktan gelen talepleri dikkate almadı. Ve bu mesafe, sadece müzeyi değil, yönetenlerle yönetilenler arasındaki bağı da kopardı.
Tıpkı Boğaçay’da olduğu gibi.
Boğaçayı Projesi’nde de aynı döngü yaşandı. Akademik raporlar, çevresel uyarılar, STK açıklamaları dikkate alınmadı. “Ben yaptım, oldu” anlayışı orada da hakimdi. Bugün Boğaçay’ı konuştuğumuzda ekolojik bir yıkımdan, kirlenmiş bir sudan, işlevsiz bir altyapıdan söz ediyoruz. Proje bitti ama şehir için maliyeti yeni başlıyor.
Ve bu örnekler, yönetim refleksimizin ortak noktasını işaret ediyor: Bilgiye değil, iradeye yaslanmak. Uzmana değil, yetkiye kulak vermek. Her uyarıyı bir engel gibi görmek.
Sonuç?
Geç kalınmış önlemler, dönüşü olmayan kararlar ve artık sadece “keşke” ile anılan yapılar, doğal alanlar, hafızalar…
Peki bu noktada kim, neden dinlemiyor?
136 KADIN ERKEKLER TARAFINDAN KATLEDİLDİ
2025’in sadece ilk altı ayında 136 kadın öldürüldü. 145 kadın ise şüpheli şekilde hayatını kaybetti. Rakamların dili buz gibi. Oysa bu ölümler buz gibi bir soğukkanlılıkla değil, yakıcı bir duyarsızlıkla meydana geliyor. Ölen kadınların büyük kısmı, hayatındaki erkekler tarafından öldürüldü. Evli olduğu kişi, eski sevgili, nişanlı, hatta akraba.
Ve daha vahimi: En az dokuz kadının koruma kararı olmasına rağmen öldürülmüş olması. Yani kağıt üzerindeki tedbirler, pratikte bir karşılık bulmuyor. “Devlet korur” dediğimiz kadınlar, devletin gözleri önünde hayatını kaybediyor. Bu tabloda en çok konuşması gereken sistem, en sessiz kalan aktör hâline geliyor.
Şiddetle mücadelede yasal altyapı yetersiz değil. Ama uygulamada ciddi bir sorun var. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldı. 6284 sayılı yasa tam anlamıyla işletilmiyor. Kadın beyanı hala tartışma konusu. Hakimler, polisler, savcılar, “sistemi değil, kendimi koruyayım” refleksiyle hareket ediyor.
Sonuçta kadınlar yalnız kalıyor. Korunamıyor. Hayatta kalamıyor.
Her cinayetten sonra sosyal medyada infial yaşanıyor. Hashtag’ler açılıyor, fotoğraflar paylaşılıyor. Ama üç gün sonra gündem değişiyor, unutuluyor. Şiddet devam ediyor.
Çünkü sistematik bir sorun, bireysel vicdanlarla çözülemiyor.
ORTAK NOKTA: DUYARSIZLIK
Tüm bu konular farklı alanlara ait gibi görünse de aslında aynı sorunun parçası: Duyarsızlık.
Yönetenin, uyarıyı dikkate almaması. Sesleri bastırması. Tedbir yerine vitrin politikası üretmesi. Ve sonunda, göz göre göre gelen sorunlara karşı toplumun elinden sadece seyretmek kalması.
Bir şeyi yıkmak mı daha kolay?
Yoksa uyarılara kulak vermemek mi daha acı?
Karar sizin.
Ama karar geciktikçe, bedel hep birlikte ödeniyor.
Yorumlar
Kalan Karakter: