Ümit Uysal ve bira algısı
Son günlerde kimi yayın organlarında bir haber kotarılmaktadır.
Haberlere göre; Muratpaşa Belediyesi’nin falezler üzerine bulunan ve Belediyenin İktisadi işletmelerine bağlı olan kafelerde 18 yaşından küçüklere bira satışı yapıldı iddia edilmektedir.
Elbette 18 yaşından küçük olanlara alkollü içecek ve sigara satışı yasaktır ve bence de bu yasağa uyulmalıdır.
Ancak haberi yapan yayın organının böyle bir kaygı ile haber yapmadığı, yapılmak istenenin bir “algı” olduğu çok aşikâr bir durumdur.
Geçmişte de Akaydın’ın belediye başkanlığı sırasında yapılan bira festivali nedeniyle seçimlerde CHP ve Akaydın üzerinden böyle bir algı operasyonu yürütülmüş ve muhafazakâr halkın tepki oluşturması sağlanmak istenmişti.
“Bu çevrelerin Akaydın üzerinden o günlerde yürüttükleri algı operasyonunu şimdi Ümit Uysal üzerinden yürütmeye kalkışmaları gerçekten ibret vericidir.”
Bir tarikat yurdunda çocuklara yönelik yaşanan cinsel istismara “bir kereden bir şey olmaz” sözlerine kulaklarını tıkayanlar;
“Gezicilerin kellesi kesilmeli” diyen şarlatana ses etmeyenler;
“Onlara kan banyosu yaptıracağım” diyene vatansever diyenler;
“Çocukları bademlemek normaldir” diyene tıkını çıkarmayanların ve tek satırlık haber bile yazmayanların şimdi çıkıp Ümit Uysal üzerinden alkol algısı yapmaya kalkışmalarını hayretle karşılamamak elde değil.
Geçmişte yaşanmış ve asla Akaydın Hoca’nın dahli olmayan bir olay üzerinden yeniden bira algısı ile siyaset hesaplarına katkıda bulunacaklarını sanıyorlarsa bu halkı şapşal yerine koyuyorlar demektir.
Eğer alkolle ilgili bir çalışma yapıyorsanız önce eteğine yapıştığınız siyasinin arabasının bagajındaki Amerikan bardan başlayın isterseniz.
Ünlü bir restoranın üst katında konuklarıyla rakı içip üstünü de viski ile tamamlayan ve sonrasında yapacağı siyasi çalışmalarda kokmasın diye karanfil çiğneyen ağababalarının âlemleriyle araştırmaya başlasanız nasıl olur?
***
Terzi Fikri…
Yerel seçimlere 3 ay gibi bir zaman kaldı.
Yasanın yükümlediği işleri yaparak “bakın ben bunları yaptım” diye böbürlenen ve yeniden seçilmek isteyen belediye başkanlarının yığınla olduğu günümüzde “farklı şeyler” söyleyen belediye başkan adayı o kadar az ki…
Dillerinden hizmet de hizmet lafından başka bir şey düşmüyor hemen hepsinin ağzından.
Koro halinde bağırıyorlar…
“En iyi yolları ben yaparım…”
“En iyi kanalizasyonları ben yaptım daha da yapacağım…”
“Kaldırımlarınızı pırıl pırıl yaptım…”
“İçme suyunuzu ben getirdim…”
“Her tarafı ben ağaçlandırdım…”
Yani hep aynı terane…
Yahu zaten sizler olmasanız da Fen İşleri Müdürlüğü, Park ve Bahçeler Müdürlüğü zaten zorunlu olarak bunları yapar…
“Sizin farkınız ne?”
Hele proje diye yutturmaya çalıştıkları ise beton yığınından ve çevre katliamından başka şey değil…
1979 yılında Ordu ilinin Fatsa ilçesinde ilkokul mezunu, proje falan da bilmeyen bir terzi ustası çıkıyor diyor ki;
“Ben belediye başkanı adayıyım ve seçilirsem her şeyi halkla yapacağım.
Halk meclisleri kuracak ilçenin ihtiyaçlarının neler olduğu o meclislerde konuşulacak ve karara bağlanacak ben de bunları yapacağım…”
Faklı şeyler söyleyen ve halka hiçbir vaatte bulunmayan bu terzi seçime bağımsız girer ve o dönem CHP, AP, MHP, MSP’nin aldığı oyların toplamından fazla oy alır ve seçilir.
Dediğini de hemen yapar…
Seçimden bir gün sonra Fatsa’da halk meclisleri kurar.
Halkın direkt yönetime katılması sağlanır...
En önemli sorun çamur...
Halkla bir haftada Fatsa’nın tüm çamurlu yolları yenilenir...
Özellikle fındık üreticilerin sorunlarıyla ilgilenerek, aracıların, komisyoncuların önünü kesip halkın emeğine sahip çıkar...
Karaborsacıların üzerine gider stoklanmış yağ, şeker, benzin gibi temel ihtiyaç mallarını karaborsa olmaktan kurtarır...
İlçede ekmek fiyatını fırıncılarla masaya oturan halk örgütleri ortak belirler...
Ulaşımı ve suyu ucuzlatır...
Faşist saldırılarla anarşinin karanlıklara gömdüğü ülkemizde, barış ve huzurun hâkim olduğu Fatsa bir vaha gibi parıldar o günlerde ve Türkiye’nin gündemine oturur o küçücük kasaba.
Lakin Fatsa’nın bu hali karanlık güç merkezlerinin huzurunu kaçırır.
Halk, demek ki istenirse böylede yönetilebiliyormuş derse, anarşiden ve faşist saldırılardan medet umanların hali perişan olacağından saldırılar başlar.
O günlerde yaşanan Çorum olaylarında halk perişan haldeyken ve 37 yurttaşımız hayatını kaybetmişken dönemin Başbakanı Süleyman Demirel “Çorumu bırakın Fatsa’ya bakın” der.
Ve üst üste yapılan operasyonlarla Fatsa’nın barış ve huzur fidanları tek tek sökülür…
Terzi Fikri ise 12 Eylül zindanlarında maruz kaldığı işkencelerden sonra kalp krizi ile hayatını kaybeder.
Bana göre Terzi Fikri’nin belediyeciliği Türkiye’de belediyeciliğin nasıl yapıldığını, halkla beraber kentin nasıl yaşanabilir hale getirildiğini gösteren ilk örnektir.
O onurlu insan kenti ve halkı için yaptığı belediyecilikten dolayı kendisine vatan haini diyenlere şöyle seslenir:
“Beton duvarlara, demir parmaklıklara mecbur edildiğim
için hiç ama hiç üzüntü duymuyorum.
Vatansever olduğumu bugün söylediğim gibi,
yirmi beş seneden bu yana her yerde söyledim.
Bunun için kavgalara girdim, işkence gördüm, zindanlara atıldım.
Eğer bir ülkede vatan, İsviçre bankalarında gizli hesap defterleri
ve Amerikan doları olarak görülüyor ve bu insanlar da yönetimi
ellerinde bulunduruyorlarsa vatan için darağaçlarını omuzlayanları
elbette ‘vatan haini’ ilan edeceklerdir.”
Bu halk belediye başkanlarından kendileri için ne hizmetkâr olmasını istiyor, ne de amele…
Bu halk, kendisiyle beraber kenti yönetecek önderler istiyor…
***
Kur’an, Bayrak ve silah…
MHP Genel Başkanı Bahçeli, yılın son basın toplantısında öyle bir anekdot aktardı ki, sanırım daha uzun yıllar konuşulacak bir gelişmenin önünü açtı bence…
Bahçeli, 2 Ekim 2015 günü yeni Genel Kurmay Başkanı olan Hulusi Akar’ı (her yeni Genel Kurmay Başkanı atandığında yaptığı gibi) ziyaret ettiğini ancak bu ziyaretinde öncekilerden farklı olarak Akar’a “Kur’an, Bayrak ve silah” hediye ettiğini ifade etti.
Bu açıklamadan sonra aklıma ilk gelen soru şu oldu;
“Madem her yeni genel kurmay başkanı göreve başladığında ziyaret ediyorsun, o halde neden önceki başkanlardan ayrı olarak Hulusi Akar’a bu hediyeleri verme gereği duydu Bahçeli?”
Bu hediyelere mazhar olan Akar’ın daha önceki Genel Kurmay Başkanlarından hangi farkı vardı?
Üstelik verdiğini söylediği hediyeler öyle sıradan hediyeler falan da değil.
“Kur’an, Bayrak ve silah üçlüsünün hem tarihsel hem de siyasi mesajları vardır.”
Bu üçleme, İTTİHAT VE TERAKKİ CEMİYETİNİN simgeleridir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti 1895 yılında, padişah 2. Abdulhamit’e karşı, onun baskıcı yönetimine son vermek amacıyla kurulmuş gizli bir cemiyettir.
Başlangıçta gizli kuruluş olduğu için cemiyete katılan yeni üyelere, cemiyetin sırlarını dışarıda açıklamamaları için “Kur’an, Bayrak ve silah” üzerine el koydurularak yemin ettirilirdi ve bu sırları dışarıya sızdırdıklarında öldürülmeyi de kabul ediyorlardı.
Bahçeli’nin bu hediyeleri verdiğinde Akar’a hangi mesajları verdiğini elbette bilmiyoruz ama bilinen bir şey varsa “Bahçeli’nin, Akar’ı önceki Genel Kurmay Başkanlarından ayrı tuttuğudur.”
Acaba Akar’ın göreve geldikten 10 ay sonra yaşanacak darbe girişiminde başarılı olacağını önceden görme gibi bir yeteneği mi vardı, diye sormadan da edemiyorum…
Bu hediye olayında bende çağrışımını yapan İttihat ve Terakki Cemiyeti hakkında da çok kısa bazı bilgileri sizlerle paylaşmak isterim.
Böylece bu hediye olayına da biraz ışık tutmuş olacağıma inanıyorum.
1912 yılında Balkan savaşlarının hezimetle sonuçlanmasını gerekçe göstererek, tarihimizdeki ilk askeri darbe olan ünlü “Bab-ı Ali darbesi” ile iktidara geldikten sonra, Osmanlı’yı yıkıma götüren 1. Dünya Savaşına girilmesinin yolunu açan “ve aslında birer Türk milliyetçisi olan Enver Paşa, Cemal Paşa ve Talat Beylerin” kurucu olduğu bu cemiyete Mustafa Kemal’de 1907’de üye olmuş ancak, kongrede yaptığı konuşmada Cemiyetin yapısını eleştirmiş ve
“Siyasetle uğraşanlar askerlik görevini bırakmalıdır. Aksi halde askeri emir komuta zinciri, cemiyetin hiyerarşisi ile karışır ve askeri disiplin sekteye uğrar. Bunun orduda olumsuz sonuçları olur. Cemiyet, komitacı hüviyetinden çıkmalı ve partileşmelidir.”
Görüşlerini öne sürerek 1909 yılında ayrılmıştır.
Bu Cemiyetin dikkat çeken yanlarından birisi de basın ve propaganda kadrosunda yer alanlardır.
“Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul, Celal Nuri İleri, Falih Rıfkı Atay, Velid Ebüziyya, Yunus Nadi, Mehmet Akif Ersoy” gibi döneminin ünlü milliyetçileri İttihat ve Terakki Cemiyetini basın ve yazı yoluyla savunan propagandasını yapanlardır.
Cemiyette yer alan ve daha sonra Milli Mücadeleye katılan ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuna katkıları olan her üyenin vatansever kimseler olduğundan zerre kadar şüphe duyulmaz elbette.
Ancak bugünü irdelemek ve yaşanan siyasi gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için İttihat ve
Terakki Cemiyetinin kuruluşunu, yükselişini, iktidara gelişini ve en önemlisi cemiyet içindeki siyasi grupları öğrenmekte büyük fayda vardır.
Cemiyet içinde çok farklı siyasi görüşleri barındırmaktaydı.
Mustafa Kemal’e örgütlü biçimde karşı çıkan 2. Grup diye adlandırılanlar, Hürriyet ve İtilaf Grubu, Terakkiperverler, liberaller diye ayırabileceğimiz bu gruplar bugün ülkeyi yöneten siyasi partilerin kökleridir.
Kısacası; bugün nasıl yönetildiğimizin şifrelerinin olduğu yer İttihat ve Terakki Cemiyetinin yapısında saklıdır…
***
Her hangi bir sabah…
Yılın son gününde nedense erkenden kalktım.
Gökyüzü aydınlanmaya başlamıştı.
Güneş kocaman bir tekerlek gibi…
Parlak mı parlak…
Olanca hışmıyla salıyor ışınlarını ama ısıtamıyor…
Üst kattaki Fransız balkonunun pirinç korkuluklarından yansıyan sarı ışıklardan balkon camlarındaki yağmur kirinin izlerini görüyorum…
Bir ara bu camları silmeliyim diye içimden geçirdim, sabahın ilk çayını yudumlarken…
Dışarısı ayaz…
Torosların kar soğuğunu ta buralara dek getiren yelin sertliğinden makiler eğilip bükülüyor.
Çok seviyorum makileri…
Ne ot, ne de ağaç…
Farklı bir nebat türü sanki.
Bitki familyasının afacan çocukları desem yalan olmaz.
Koca platoyu kaplamışlar.
Havaların ılıman olduğu zamanlarda Paşa’yla makilerin arasına dalarız.
Bizimle dalaşır, oynaşırlar…
Yapraklarıyla severken dikenleriyle dövmeye çalışırlar…
Dikenli sevgililerim derim onlara…
Her zaman yeşildirler, her zaman yaprakları parlar, her zaman oyun oynamaya hazırdırlar…
Makileri karnından yaran Burdur yolundan geçen araçlar çoğalmaya başlar günün bu saatlerinde.
Yeni yapılan köprüden Organize Sanayideki fabrika işçilerini taşıyan otobüsler geçmeye başladılar bile.
Her sabah onlarca geçen bu işçi otobüslerini izlerim…
Kimi yarı uykulu, kimi alamadığı uykusunu tamamlamaya çalışır.
Kiminin kaşları çatık, elleri çatlak…
Çoğunluğu kadın.
Gözlerinde günün erken saatinde kocasını ve çocuklarını bırakmanın sıkıntılı ışıkları var…
Cam kenarında oturan başı örtülü bir kadın…
Dışarıyı seyrediyor ama makilerin yeşil örtüsünü görmüyor gibi geldi bana…
Başımı kaldırdım ufka doğru…
Torosları daha bir heybetli hale getiren karlı dorukları karşıladı beni…
Güneş ışınlarıyla maki yapraklarının oynaştığı platoya gölge düşürüyorlar kar beyaz renginde…
Çayımı yenilemek için tam içeriye yöneleceğim an başının üstünde kırmızı bir hotoz olan minik mi minik topaz rengi bir kuş, bahçe duvarının hemen ardındaki makinin dalına kondu.
Kırmızı halkalı siyah gözlerini bana dikti.
Göz göze geldik bir an…
Durdum balkon kapısında, giremedim içeriyle…
Hangimiz hangimizi hipnoz edeceğiz diye iddiaya girmiş gibiyiz…
İlkin o vazgeçti…
Maki yaprağındaki çiğ tanelerinin birkaçını kaptı ve uçtu güneşe doğru…
Üşüdüm…
Günün ilk sigarasıyla demli bir çayın eşliğinde haberleri izlemek için salona geçtim…
***
Yorumlar
Kalan Karakter: