Kılıçdaroğlu ne yapmalı…
CHP’ye yazık ediyorlar…
Her seçim sonrası kurultay seslerinin yükselmesi, CHP’li olmayan seçmende ve hatta CHP’li seçmende “bunlar birbirini yemekten fırsat bulup bizleri yönetmeye zaman bulamazlar” algısının yerleşmesine büyük katkıda bulunmaktadır.
24 Haziran seçiminde hem Cumhurbaşkanlığı hem de TBMM seçiminde AK Parti’den esaslı bir fark yiyen CHP, 6 ay sonra yapılacak yerel seçimlere bu kafayla hazırlanamaz.
Ve böylesi bir süreci CHP’ye yaşatanlar iyi bilmelidirler ki üye olmayan CHP’li seçmende ciddi bir bıkkınlık yaratmaktadırlar.
Diğer yandan AK Parti ve Erdoğan, peş peşe çıkardıkları kararnamelerle“Yeni Türkiye’yi (!)” kurma hamlelerine tam gaz devam ederken, cumhuriyetin değerleri, demokrasi ve özgürlükler peş peşe tırpan yerken, bunlara bigâne kalan CHP yönetimi ve Kurultay toplayıp CHP’yi ele geçirmeye çalışanlar soldan ve sosyal demokratlardan ciddi bir sille yiyeceklerini unutmasınlar.
2 yıl devam eden OHAL döneminde çıkarılan kararnameler bir çırpıda TBMM’de yasalaştı ve buna ciddi hiçbir muhalefet yapılıp kamuoyu aydınlatılamadı.
Bu kararnameler Mecliste görüşülürken OHAL dönemi ile ilgili tarihe not düşecek sorgulamalar yapılmadı.
“Solcular ve sosyal demokratlar zaten bize mecburlar, başka yere oy vermezler” diye bir düşüncenin artık geçerli olmadığını hatırlatmak isterim.
Solculara ve sosyal demokratlara “bizim evin danası” olarak bakmaya devam ederlerse yerel seçimlerde sadece AK Parti’den değil, solculardan ve sosyal demokratlardan da ciddi tokat yiyeceklerini akıllarından çıkarmasınlar.
Çünkü artık solcular ve sosyal demokratlar alternatifsiz değiller…
Bu örgüt ve bu üye yapısıyla binlerce Kurultay yapılsa da aynı sonuçlar elde edilecektir.
Çünkü bu örgüt ve üye yapısı 1995’den bu yana sadece “yeni Baykallar” üretti…
İdeolojisini netleştirmeyen, üye ve örgüt yapısını sola ve sosyal demokratlara açamayan bir CHP, asla “yeni Karaoğlanlar, yeni Erdal İnönüler” üretemez, üretemeyecektir.
Peki, Kurultay çözüm değilse Kılıçdaroğlu ne yapmalı?
Partiyi sürekli sağa çeken, CHP’nin dili yerine AK Parti’nin dilini kullanmayı seçim kazanma ön koşulu olarak gören MYK’da radikal bir değişime gitmeli.Büyük çoğunluğunu sol ve sosyal demokrat dili kullanan ve bu anlamda politika üretebilen kadroları görevlendirmeli.
Hemen arkasından İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya, Mersin, Adana, Hatay gibi iller başta olmak üzere büyük kentlerin belediye başkan adayları hızla açıklanmalı.
Başta Kürt meselesi ile emek dünyası olmak üzere üye olunan Sosyalist Enternasyonalin evrensel ilkeleri üzerinden ideolojisini netleştirecek tamamen siyaset bilimcilerinden kurulu bir “Siyaset Çalıştayı” düzenlemeli ve bu Çalıştayda ortaya konan sınıfsal nitelikli temel felsefe halkın anlayacağı bir dille anlatılmalı ve böylece ideolojik kaosa son verilmeli. Sokakta üye yapma popülizmi yerine sol ve sosyal demokrat kanaat önderleri partiye davet edilip üye yapılmalı ve bu anlamda kampanyalar düzenlenmeli.Seçim başarısızlıkları üzerinden Kurultay toplayıp gerçek anlamda değişim isteyen CHP’li tabanı avlamaya çalıştıkları çok açık olan bir süreç yaşıyoruz.
Elbette CHP’de değişim olmalı…
Ama bu değişim “Kılıçdaroğlu gitsin, İnce gelsin” biçiminde olmaz.
İdeolojisi ve örgüt yapısıyla sola, sosyal demokrasiye evrilen bir değişim olmalıdır.
Kısa vadede bu evrilmenin nasıl olacağını da yukarda 3 madde halinde yazdım.
CHP bu 3 maddelik kulvara girdiğinde (öğretmenim Ümit Aloğlu’nun deyimi ile) bir ANLAM ÖRGÜSÜ kazanacak ve işte o zaman sahici anlamda iktidar alternatifi olacaktır.
İnce, Baykal’ın yeni vekilidir
Tüm bunları “Baykal’ın yeni versiyonu” olmaktan başka özelliği olmayan “Muharrem İnce ve ekibi asla yapamaz.”
Çünkü siyaset anlayışları bundan fersah fersah uzaktadır.
Şimdi bir düşünün bakalım:
107 miting ve onlarca televizyon programı yapan Muharrem İnce’nin hangi siyasi söylemi aklınızda kaldı?
Hangi proje ve hangi programını hatırlıyorsunuz?
Ben söyleyeyim; hiç birini…
Çünkü meydanlarda sadece Erdoğan’la polemiğe girdi…
Her meydanda Erdoğan’ı anlattı…
Yani, kendisini Erdoğan üzerinden tarif etti, durdu…
Ama kendisinin ne olduğunu hiç anlatmadı…
16 yılda 14 kez eğitim sistemi değiştirildi diye şikâyet etti ama kendini gelirse nasıl bir eğitim sistemi kuracağını anlatmadı…
Özgürlükler kısıtlı, demokrasi yara alıyor bu güvenlik politikalardan dedi ama kendisi nasıl bir güvenlik, özgürlük dengesini kuracağını anlatmadı…
Zamları, devalüasyonları, ekonomideki kötü gidişi anlattı ama kendisinin nasıl bir ekonomi politikasının olacağını, emek dünyası ile nasıl işbirliği kuracağını anlatmadı…
Dokunulmazlıkların kaldırılmasına hayır dedim, diyerek Kürt seçmenle bağ kurmaya kalktı ama Kürt meselesinde neleri yapacağını anlatmadı…
Ve hele seçilirse demokratik parlamenter sisteme nasıl geri dönüleceği konusunun üzerinde ciddi olarak hiç durmadı.
İnce’nin bu siyasi tavrı sizlere Baykal’ın Genel Başkan olduğu yıllarda yaptığı meydan konuşmalarını hatırlatmıyor mu?
O da meydanlarda yapılanları eleştirip kendisini neler yapacağını anlatmayan bir üslup kullanmıyor muydu?
Genel Başkan olduğu süre içerisinde tıpkı İnce gibi emek dünyası ile iletişimden dikkatle uzak durmuyor muydu?
Kürt meselesini tıpkı AK Parti gibi “terör meselesinin” içine hapsedip PKK terörü üzerinden tarif etmiyor muydu?
Muharrem İnce, ne yazık ki CHP’nin önüne koyduğu “Türkiye’yi yönet” alternatifini boşu boşuna heba etmiştir…
Bu saatten sonra “Genel Başkanlık yarışından çekildim, ben 5 yıl sonranın cumhurbaşkanlığı için mücadele edeceğim” dese de artık o desteği bulamayacağını iyi bilmeli.
***
Aydın Özer’i kutluyorum.
CHP’nin çiçeği burnunda yeni Antalya milletvekili Aydın Özer, çok önemli bir toplumsal yara için geçtiğimiz gün bir kanun teklifini TBMM Başkanlığına sundu.
Özer’in sunduğu kanun teklifi “TBMM’de Çocuk Hakları izleme Komisyonunun Kurulması” hakkında.
Geçmişin mirasını koruyacak ve geleceğin yeni dünyasını kuracak olan çocukların korunmasına yönelik bu girişim Türkiye için son derece önemli adımdır.
Son günlerde kaybolan ve sonra cesetlerine ulaşılan çocuklarımız toplumsal vicdanda büyük yaralar açmadı mı?
Gazetelerin manşetlerinde ve 3. sayfalarda yer almasından başka ne gibi önlemler alındı?
Devletin asli görevlerinden birisi çocukları korumakken hangi adımlar atıldı?
Kocaman bir hiç…
Özer verdiği kanun teklifinde son zamanların en acı dramlarından birisine dikkat çekiyor.
Bakın ne diyor;
“Altı ay önce Kanuni Eğitim ve Araştırma Hastanesinde yaşanan 115 hamile çocuk skandalının ardından Bağcılar Eğitim ve Araştırma Hastanesinde ortaya çıkan 392 hamile çocuk skandalı yaşanan acı gerçeğin sadece küçük bir kısmı. TÜİK verilerine göre son altı yılda 18 yaş altında doğum yapan çocuk sayısının 130 bini geçtiği görülmektedir. Hamile kalıp da doğum yapamayan çocukları da buna eklerseniz durumun vahim olmaktan da öte olduğu görülmektedir.”
Özer devamında şöyle diyor:
“Adliyelerdeki 4 tecavüz davasından birisi çocuklarla ilgiliyken, çocuk istismarı davalarında yüzde 700 artış varken bu vahameti görmezden gelmek devlete yakışmaz.”
Özer’in kanun teklifinde zikretmediği bazı istatistikleri de biz ekleyelim:
Şu anda Türkiye’de yüzde 70’i kayıt dışı olan ve güvencesiz çalışan çocuk işçi sayısı 2 milyonu aşmaktadır.
Sadece 2016 yılında ölen çocuk işçi sayısı 56…
2017 yılı rakamlarına göre dilencilik yapan/yaptırılan çocuk sayısı 58 bin…
Son 10 yıl içinde tecavüze uğrayan çocuk sayısı 250 bin…
Yani her dört dakikada bir çocuk tecavüze uğramaktadır…
Böylesine acı veren bir tabloyu Türkiye hak etmiyor.
Özer, bu Komisyonun siyasetler üstü olması gerektiğini belirterek Meclisteki her partiden eşit sayıda milletvekili ile kurulmasını ve “daimi” olmasını teklifinde belirtiyor.
Böyle bir teklifin kanunlaşması “insana yatırım yapılması” anlamında geleceğimiz için son derece önemli.
Dünyada çocuklarına bayram armağan eden tek ülke olmakla öğünürken, bayram armağan ettiğimizi çocukların korunması için hiçbir önlem almamak devlet için büyük ayıptır.
Büyük devlet olmak “insan yatırım yapmakla” olunur.
Ben Aydın Özer’in bu girişimini destekliyorum.
Ancak AK Parti’nin Meclis çoğunluğu ile bunun kanunlaşmaması olasılığına karşılık Özer’e şöyle bir önerim var.
İvedilikle Antalya’nın tüm milletvekilleri ile bir görüşme yaparak bu teklifin “partiler üstü” bir konumla kanunlaşmasını sağlamak için her türlü özveriyi göstermesidir.
***
Barış nedir…
AHİM’in bir dönem yargıçlarından biri olan Rıza Türmen’in Barışla ilgili bir yazısını okudum ve gerçekten çok etkilendim.
Hep barıştan söz ederiz ama barışın “ne olduğunu ya da ne olmadığını hiç irdelemeyiz…”
İşte Türmen buna ışık tutan bir yazı kaleme almış…
Bende sizlerle bunu paylaşmak istedim.
“Barış sadece savaş olmaması demek değil.
Barış aynı zamanda savaş nedeninin ortadan kalkması, bir daha savaşa yol açmayacak, savaşan tarafların birlikte yaşamasını sağlayacak adil, özgürlükçü bir düzeninin kurulması anlamını taşır.
Ancak böyle bir düzenin kurulmasıyla savaş durumuna dönülmesi önlenebilir.
Kant “savaş yok ettiğinden daha çok kötü insan yetiştirdiği için bir yıkımdır” diyor.
Her savaş kötüdür.
İnsanlarda kin, nefret duyguları doğurur.
İnsan yaşamı ve barış ile savaş ve şiddet birbirlerinin karşıtı değerlerdir.
Savaş, yaşamı reddeder.
Oysa insan yaşamı her şeyden, tüm ideolojilerden siyasal hesaplardan daha değerlidir.
Savaş büyük bir haksızlığı da birlikte getirir.
Bir grup üniformalı insan savaşı tüm gerçekliğiyle yaşarken, çok daha geniş bir kitle televizyonlardan bir film seyreder gibi izler.
Gençlerin öldürülmesi, şehit haberleri sıradanlaşır.
Barış sadece insan yaşamıyla değil, aynı zamanda insan onuruna yaraşan bir yaşamla da yakından ilgilidir.
Ancak barış ortamında, barış kültürünün egemen olduğu bir toplumda insan onuruna yaraşan bir yaşamı sürdürmek olanaklıdır.
Barış içinde yaşamak bu nedenle bir insan hakkı.
1978’de Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda oy birliği ile kabul edilen bildiri “her insan ırk, din, dil, cinsiyet ayrımı gözetilmeksizin doğuştan barış içinde yaşama hakkına sahip” olduğunu belirtir.
2010’da kabul edilen Santiago bildirisinde ise “Devletler… bir insan hakkı olan barış hakkını sağlamanın ana sorumlusudur” der.
Barış kendiliğinden oluşmaz.
Barışı inşa etmek gerekir.
Barışın inşası demokrasi mücadelesinin bir parçasıdır.
Demokrasiyle yönetilmeyen, özgürlüklerin baskı altında tutulduğu, tüm gücün tek bir elde toplandığı, güçler ayrılığının bulunmadığı bir ülkede barıştan da söz edilemez.
Böyle bir rejimde siyasetin savaş ve şiddet ekseninde yapılması kaçınılmazdır.
Barış mutlaka bir hukuk düzenine dayanmalı.
Hukuksal bir temeli olmalı.
Anayasa’da ifadesini bulmalıdır.
Savaşın ve şiddetin geçerli olduğu otoriter iktidarlarda ise barışa değil savaşa hukuksal temel aranır.
Savaş meşru gösterilmeye çalışılır.
Türkiye’de siyaset savaş ekseninden çıkarılıp barış eksenine oturtulacaksa, toplumda bir barış kültürü yerleştirilecekse, bunun en önemli koşulu Kürt sorununun barışçıl bir çözüme kavuşturulmasıdır.”
Yorumlar
Kalan Karakter: