CHP’nin demokratik devrimi
Arşiv yazılarım arasında bir tur atarken, 2014 yılında yapılan CHP’nin 35. Olağan Kurultayında Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun, yaptığı konuşmayı yeniden okudum.
Konuşmasında çok mesajlar vardı, ancak o günlerde bu mesajlar içinde en çok tartışılan “rakı masalarında CHP’yi konuşmayın” sözü olmuştu.
Oysa Kılıçdaroğlu konuşmasında öyle bir mesajı vardı ki, bu sözü hem Kurulayın, hem CHP teşkilatlarının, hem CHP dinamiklerinin, hem sosyalist kesimlerin, hem Kürt Siyasi Hareketinin, hem HDP’nin, hem de basın ve medya kuruluşlarının günlerce tartışması gerekirdi.
Oysa ne o günlerde ne de sonrasında -Allah’ın bir hikmeti- kimseden bu sözlere karşılık tık bile çıkmadı.
Ya bu sözler şaşkınlık yarattı, ya da CHP teşkilatları bu sözlerin ne anlama geldiğini algılayamadı.
Şimdi dönelim Kılıçdaroğlu’nun siyaseti şok etmesi gereken o günkü sözlerine.
Şöyle demişti.
“CHP iktidarında yerel yönetim özerklik şartını mutlaka getireceğiz…”
Bu söz CHP siyasetinde deprem yaratacak, CHP’nin geleneksel merkezci düşünce sistemini alt-üst edecek demokratik bir devrim çağırısıdır…
91 yıldır merkezi idareyi savunan bir felsefeye sahip CHP’nin Genel Başkanı, “bölünme paranoyasını” aşan bir ifadeyle yerel yönetimlere özerklik veren Avrupa Konseyi Kararını uygulayacaklarını söylüyor.
Bu sözler ülke sorunlarının çözümünde atılacak en gerçekçi demokratik adımdır.
Çünkü yaşadığımız “Çözüm Sürecinde HDP’nin ortaya koyduğu olmazsa olmaz 3 şartlarından birisi yerel yönetimlere özerklik tanınmasıdır.”
lakin 7 Haziran 2015 seçiminden sonra HDP’lilerin “öz yönetim” ifadeleri toplumda “bölünme talebi” olarak algılanmış ve bunun sonucunda Kılıçdaroğlu da Kurultayda verdiği bu mesajın üzerine bir daha gitmemiştir.
Oysa yerel yönetimlere özerklik şartı, aynı zamanda AB ile yürütülen müzakere başlıklarından birisidir.
AK Parti Hükümetleri bu başlığın açılması konusunda hep ayak sürümüş ve bu başlığı açtırmamıştır.
Bakın Türkiye’nin demokratikleşmesinde bu şartın uygulanmasının ne kadar önemli olduğunu Avrupa Konseyi üye ülkeleri arasında imzalanan anlaşmanın 3. Maddesini sizlerle paylaşarak ifade etmeye çalışayım.
Şöyle diyor 3. Madde…
“Özerk yerel yönetim kavramı; yerel makamların, kanunlarla belirlenen sınırlar çerçevesinde, kamu işlerinin önemli bir bölümünü kendi sorumlulukları altında ve yerel nüfusun çıkarları doğrultusunda düzenleme ve yönetme hakkı ve imkânı anlamını taşır.”
Bunun anlamı “katılımcı demokrasidir…”
Nitekim aynı Anlaşmanın giriş bölümünde şöyle ifade etmiştir.
“Avrupa Konseyi; vatandaşların kamu işlerinin sevk ve idaresine katılma hakkının en temel demokratik ilkelerden biri olduğunu düşünerek, Bu hakkın en doğrudan kullanım alanının yerel düzeyde olduğunu kabul etmiştir.”
Bir konunun da altını çizmekte fayda var.
Dünya egemenliğini pekiştirmek için bölgesel savaşlar dâhil olmak üzere azgınca bir sömürü düzenini kurmaya çalışan küresel sermayeye karşı verilecek demokrasi mücadelesindeki en önemli araçlardan birisi “merkezi yönetimin yetkilerinin bir kısmının yerel yönetimlerle paylaşılmasıdır.”
Bu aynı zamanda CHP’nin de üyesi olduğu “sosyalist enternasyonalin” aldığı bir ilke kararıdır.
İşte Kılıçdaroğlu, 2014 Kurultay’ında böylesine büyük bir demokratik adım atmış ama CHP’nin kadrolarından bunu destekleyen, kamuoyuna bunu anlatan bir girişim bugüne kadar olmamıştır...
Her halde CHP’lilerin sosyal demokrasiden önce “demokrasinin” ne olduğunu öğrenmeleri gerekir.
***
AK Parti, kendisinin mütemmim cüzü durumuna geldi…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, AK Partinin Seçim Beyannamesini açıkladı.
Özgürlükler ve demokrasi hakkında dediklerini eleştirmeyeceğim.
3 ay için OHAL ilan edeceğini söyledikten sonra bu süreyi 1,5 yıla uzatan ve Anayasa Mahkemesi tarafından bile denetlenmeyen kararnamelerle özgürlüklerin dibine darı eken iktidarın özgürlük ve demokrasi vaatlerini ciddiye almak mümkün değil.
İçerik olarak değil ama şeklen bakacak olursak; “AK Parti 16 yıldır hep aynı şeyleri söylüyor, sürekli kendini yineliyor…”
“Antartika’da üs kuracağımız” dışında yeni bir şey yok bu seçim beyannamesinde…
Oysa insanların geleceğine yönelik güven duyacakları yeni bir hikâyeye ihtiyacı var.
AK Parti iktidara böyle geldi.
Ülkenin önüne yeni bir hikâye koydu 16 yıl önce.
O hikâyede “yokluk olmayacaktı, yoksulluk tarih olacaktı, yolsuzluklardan hesap sorulacaktı.”
AB’ye tam üyelik için gereken tüm kriterler hayata geçirilecekti.
Güçlü ekonomiyle 1 dolar, 1 TL ye eşitlenecekti.
Herkes adalet önünde eşit olacak, adil yargı sistemi kurulacaktı.
Özgürlük alanları ile söylediklerini yazmaya kalksam sanırım gazetedeki köşemi birkaç kez büyütmem gerekecek.
Değişen ne oldu?
Topluma çizdikleri Türkiye resminin yerine hangi resmi getirip koydular?
Yine yokluk, yoksulluk ve yolsuzluklardan söz ediyorlar, mübarekler sanki bu ülkeyi 16 yıldır yönetmemiş, hep muhalefette kalmışlar gibi…
Adalete güven yerlerde sürünüyor, yargı sistemi çökmüş…
AB’ye üyeliğin eskiye oranla daha da uzağındayız.
16 yılda 14 kez eğitim sistemiyle oynanmış, toplum şaşkın…
Kendilerinden olmayanlarla hesaplaşma süreci yaşatılmış ve bunun sonucu toplum karpuz gibi birkaç dilime bölünmüş…
Artık “kederde ve kıvançta” aynı duyguları paylaşmayan bir toplum meydana getirmişler.
Dolar, lirayı 5’e katlamış…
Türk ve Sünni olmayanlar ötekileştirilmiş…
Üretim ekonomisi yerine ithalat, inşaat, müteahhitlik ve altyapı büyütme ekonomisi tercih edilerek vatandaşın vergileri yandaş sermayeye aktarılmış.
Gelir paylaşımındaki felaketi yazmaya bile gerek yok, dünyada en kötü paylaşımı olan ülke konumundayız.
Bu listeyi daha çook uzatabiliriz…
Kısacası “AK Parti, yine kendisinin mütemmim cüzü durumuna geldi.”
2002-2008 arasında kıpır kıpır hale getirdiği ülkeyi, sinek uçsa duyulacak sessizlik ortamına getirdikten sonra yeniden iktidar olma şansı çok zordur.
Çünkü artık ülkeyi yönetmeye hazır halde olan bir muhalefet var karşısında.
Ama bu halkın ne yapacağını önceden kestirmek zordur.
Dünya tarihinde ve bizde toplumların “Stockholm sendromuna” tutulduğu çok görülmüştür.
***
Kızamık aşısı oldunuz mu…Bilindiği gibi kızamık hava yoluyla hızla bulaşan bir hastalık türüdür.
Cumhuriyetin ilk yıllarında sıtma, kızamık, kabakulak, trahom ve çiçek gibi hastalıklar çok yaygındı ve bu hastalıklardan ölenlerin sayısı hiç de az değildi.
1960’lı yılların başında büyük bir aşı kampanyası ile bu hastalıkların ciddi oranda önüne geçildi.
Özellikle kızamık hastalığı neredeyse artık unutuldu ve sorun edilmez oldu.
Kızamık hastalığının diğerlerden ayıran en temel özelliği “her çocuğun mutlaka daha çok küçük yaşlarda bu hastalığı geçirmesidir.”
Gerek bu hastalığı geçiren gerekse aşısını olanlar bu virüse karşı bağışıklık kazandığından ömür boyu bu hastalığa yakalanmazlar ve “başkalarına da bulaştırmazlar” Bu nedenle yetişkin olanlarda kızamık vakası hemen hemen hiç görülmez.Şimdi diyeceksiniz ki nereden çıktı bu kızamık yazısı?
Söyleyeyim:
“Elimdeki belgeye göre; Sağlık Bakanlığı, konaklama tesislerinde çalışanlara kızamık aşısı yaptırmayla ilgili bir çalışma başlatmış.”
Konaklama tesislerinde çalışan yabancıların tümünün, TC vatandaşı olanların ise 45 yaş altında olanların kızamık aşısı olmalarını zorunlu hale getirmiş.
Bana çok ilginç geldi.
Akdeniz Üniversitesi Halk Sağılığı bölümündeki hekimlerle bir görüşme yaptım.
Verdikleri bilgilere göre; ülke nüfusunun şu anda yüzde 99 unun bile çok üzerinde bir oranda 15 aylıkken kızamık aşısı yapıldığını ifade ettiler.
“Hele 45 yaş ve altındaki nüfusta bu oranın yüzde 100 olduğuna dair istatistikî bilgileri ilettiler.”
Bu bilgilerden sonra kafama şu soru takıldı.
“Nüfusunun yüzde yüzü kızamık aşısı olduğuna ve böylece hayat boyu kızamığa karşı bağışıklık kazandığına göre, Sağlık Bakanlığının konaklama tesislerinde çalışan yetişkinlere yönelik kızamık aşısı kampanyasının anlamı nedir?”
Sağlık Müdürlüğünün “kapıları kapalı” olduğundan bu soruya cevap verecek muhatap bulamadığımdan ben de şeytanın avukatlığını yaparak cevap bulmaya çalışayım dedim.
Hatırlar mısınız, birkaç yıl önce “kuş gribi” hastalığı salgın haline gelmiş ve hatta toplumda ciddi panik yaratmıştı.
O günlerde Sağlık Bakanı olan Recep Akdağ, İtalya’dan 450 milyon TL ödenerek kuş gribi aşısı ithal etmiş ve bir kampanya başlatmıştı.
O günlerin Başbakanı olan R.Tayyip Erdoğan’a aşı olup olmayacağı sorulmuş ve Erdoğan, “Ne aşısı? Ben aşı falan olmam” demişti.
Bu söz üzerine kampanya zayıflamış ve insanlar aşı olmaya gitmemişlerdi.
Sonrasında ithal edilen tonlarca aşı ne oldu, bilmiyorum.
Her halde atık olarak çöpe gitmiştir…
Şimdi başlatılan kızamık aşısı olma kampanyası bana bu anekdotu hatırlattı.
Ve dedim ki kendi kendime, “acaba benzer bir olay mı yaşıyoruz?”
“Acaba birileri tonlarca kızamık aşısı ithal edip Sağlık Bakanlığına satmış ve Bakanlıkta bu stoku eritmek için bir kampanya mı başlatmış, diye düşünmeden edemiyorum.”
Eğer öyleyse milyonlarca turizm çalışanının üzerinden haksız bir vurgun yapılıyor demektir.
Böyle olmayabilir de.
Birkaç tesiste çalışanlarda kızamık tespiti yapılmış ve konaklamaya gelenleri korumaya yönelik bir kampanya başlatılmış olabilir.
Umarım Sağlık İl Müdürlüğü bu konuda kamuoyuna makul ve mantıklı bir açıklama yapar.
***
Ağaca hasret bir kent olduk
Hemen her gün Kepezüstü varyantından Antalya’yı seyrederim.
Ve her seyrettiğimde de içim yanar.
Yemyeşil bir kentten koskocaman beton bir kütleye dönüşümünü izlemenin verdiği acı içimi burkar her seyredişimde.
Neo-Osmanlıcı ve muhafazakâr çevrelerin en önemli referanslarından birisi Fatih Sultan Mehmet’tir.
Onu çağ kapatan, çağ açan bir hükümdar olarak vaaz ederler.
Fatih’i her andıklarında gemileri nasıl karadan yürüterek Bizans’ı çökerttiğini anlatırlar.
7 dil bildiğini, dinlere karşı hoşgörüsü olduğunu belirtmeden asla geçmezler…
Ama ne hikmetse Fatih Sultan Mehmet’in şu fermanını anımsamazlar.
“Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim…”
Behey vicdansızlar…
HES kurulması için binlerce ağaç kesiliyor…
Maden ocağı açmak için binlerce ağaç kökünden sökülüyor…
Batı Çevre Yolunu açmak için Karaman ve Çandır Irmaklarının arasındaki alüvyonlu tarım toprakları imara açıldığı için göz göre göre binlerce ağaç katledildi…
Tıkınız çıkmadı…
Hani Fatih’i seviyordunuz…
Sizin ulu hakanlarınızdan birisinin bu sözünü neden hatırlayıp “olmaz, ağaçları kestirmeyiz” demiyorsunuz…
Hadi Fatih’i bir kalem geçelim.
Bir Müslüman için temel iki rehber vardır.
Kuran ve hadis…
Müslümansınız ve sizin için Hz. Peygamber, en büyük kutsal değerdir.
Ve Hz. Peygamber bir hadisinde, “Elinizde bir ağaç fidanı varsa, kıyamet kopmaya başlasa bile, eğer onu dikecek kadar vaktiniz varsa, mutlaka dikin.” diyor…(Sahih-i Buhari)
Yine bir hadisinde “Her kim boş, kuru ve çorak bir yeri ihya edecek olursa, bu amelinden dolayı Allah tarafından mükâfatlandırılır” diyerek ağacı korumanın aynı zamanda bir ibadet olduğunu vurguluyor. (Sahih-i Buhari)
Peki, her fırsatta Müslümanlıktan, hadisten söz eden sizler, “Antalya’nın ağaçları, halkın akciğerleri” hoyratça sökülürken ne yapıyorsunuz?
Çevreyi ve ağacı korumak sadece çevrecilerin, çevre gönüllülerinin işi değildir.
Her insan çevreyi ve ağacı korumalıdır.
Ama ne hikmetse çevre ve ağaç konusunda sesi çıkan, sesi çıktığı ve korumacı olduğu için ölümlere bile gidenler sadece solcular, sosyal demokratlar, demokratlar…
Mütedeyyin, muhafazakâr, dindar çevrelerin ve bu çevrelerdeki sağduyulu insanların ağaç katliamında sesi-soluğu çıkmıyor…
Sanki ağaçlar solcuların tapulu malıymış gibi;
Sanki ağaçları korumak sadece solcuların ajandasındaki görevleriymiş gibi sesleri çıkamadan sadece seyrediyorlar…
Hele Büyükşehir Meclisine ve meclis üyelerinin bu konudaki tutumlarını ibretle seyrediyorum.
Alınan her kararda, yapılan her imar düzenlemesinde ortaya çıkacak ağaç katliamının sorumluluğunu içlerinde hissetmemelerini dehşetle izliyorum.
Gelin, hangi inançtan, hangi siyasi tercihten yana olursanız olun ama adı Zerdalilik olan lakin bir tek zerdali ağacının olmadığı yeni beton alanlar yaratılmasına izin vermeyin…
Yorumlar
Kalan Karakter: