Öncelikle şunu söylemeliyim, Türkiye Cumhuriyeti, birçok anlamda Osmanlı İmparatorluğu'nun devamıdır. Bu nedenle, geçmişimizi reddetmemiz mümkün değildir. Tıpkı Hunları, Göktürkleri, Selçukluları reddedemeyeciğimiz gibi...
Ancak Osmanlı teriminin, bir hanedanı ifade ettiğini unutmamak gerekir. Osmanlı, Osman tarafından kurulan ve imparatorluğu yaklaşık 600 yıl yöneten bir hanedanlığın adıdır. Yani Osmanlı topraklarında yaşayan diğer insanları tanımlamaz.
* * * * *
30 yıl aradan sonra ikinci kez okuduğum bir kitap var elimde... Şevket Süreyya Aydemir'in Suyu Arayan Adam adlı eseri... Okuduğum en iyi otobiyografi olmasının yanısıra, bir tarih kitabıdır. Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemi ve Cumhuriyet'in ilk dönemlerine tanıklık etmiş Aydemir, o günleri, edebi bir dille aktarıyor okuyucuya. Kitapta, bugün üzerinde tartıştığımız pek çok konuya dair tanıklıklar var; ancak bugün benim aktarmak istediğim, Osmanlı İmparatorluğu'nda Anadolu'da neler olup bittiği...
İstanbul'da yaşayıp ilk kez Anadolu'ya ayak basan genç Aydemir'in gözünden Anadolu...
* * * * *
"Demek ki Anadolu buydu. Anadolu, benim mektepte öğrendiğim, yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarında haykırdığımız Anadolu'ya hiç benzemiyordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu, her halde buraları olmasa gerekti. Burası, dünya kabuğunun çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak her gün biraz daha çölleşiyordu.
Köy denilen şey, bozkırın boşluklarında kaybolmuş birtakım kovuklardı.
Köyler görürsünüz ki, insanlar yerin altında yaşarlar. ... Bu yeraltı dehlizlerinde, tarih öncesi devrinin mağara adamı gibi dolaşırsınız. 'Acaba hangi devirde yaşıyorum' dersiniz.... Bu alem, sanki başka bir gezegenden kopmuştur. Başka bir çağdan arta kalmıştır. Toprağında çalı bile bitmeyen bu ölmüş dünya kabuğu üstünde, öküzler, inekler, eşekler, ancak keçi kadardırlar. Dağda adına ekin denilen şey, ancak nasırlı ellerle yolunabilen, sıska, dağınık bir şeydir... Tıpkı karataşlar gibi kavruk, tıpkı karataşlar gibi yüzyılların soğuğunda, sıcağında kuruya kuruya adına güzellik denilen hayatiyeti tamamen unutmuş mihnetli bir insan varlığı, sizde acı düşünceler uyandırır.
Yerde bir toprak sedirin üstüne çöktüğünüz zaman, bu insanlar, size yanık bir toprak kap içinde ekşi ayranlarını sunarlarken, nazik görünmek isterler. Çocuklar, kadınlar, erkekler etrafınızı alırlar. Onlara baktığınız zaman, henüz yenice olan elbisenizden, henüz parçalanmamış ayakkabılarınızdan, hatta yüzünüzün taze, sıhhatli renginden utanırsınız.
Gençleri ise, işte bu hayatı korumak ve işte bu dünya nimetlerinin hakkını ödemek için yabancı cephelere götürülmüşlerdir. Bu mağaralarda kalanlar, o gidenlerin, hatta gittikleri memleketlerin isimlerini bile beceremezler.
Peki ama, dersiniz, biz bin yıl önce girdiğimiz şu Anadolu topraklarına ne verdik? ... Bu topraklara ne bıraktık? Birkaç yıkık kümbet, birkaç harap kervansaray, birkaç kale kalıntısı...
* * * * *
Benim annem de babam da Anadolu insanıydı. Babamın ailesinde, bilebildiğimiz üç Çanakkale şehidi vardır. Yani ben Anadolulu bir ailenin çocuğuyum. Kitapta anlatılan Anadolu'nun...
"Osmanlı torunuyuz" diye naralar atanlar, sanırım Osmanlı Hanedanı'na mensuptu. Yoksa ne diye kendi atalarını inkar edip bir hanedanlığı savunsunlar?