Geçtiğimiz haftanın bana gösterdiği; ne yazık ki, devletin, vatandaşın can ve mal güvenliği konusunda yeterli duyarlılığı göstermediği. Oysa Anayasa bu görevi doğrudan devlete vermiş; ayrıca, Türkiye’nin 1954’ten bu yana altına imza atarak taraf olduğu Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de, bunun devletin görevi olduğunu, defalarca belirtmiştir.
Türkiye’de uzun yıllardır can ve mal güvenliğimiz olmadığının aslında hepimiz farkındayız; ama geçen hafta gündeme oturan iki temel konu, bu sorunun boyutunun, ülkenin tarihinde olmadığı kadar büyüdüğünü gösterdi.
* * * * *
Bu iki konunun birincisi; tabi ki deprem… Geçen hafta sadece 5,8 büyüklüğündeki bir deprem bile, İstanbul’da yaşanacak büyük depremin neden olacağı facianın boyutunu ortaya sermeye yetti. Marmara’yı yerle bir eden 1999 depreminden sonraki 20 yıl içinde, büyük deprem için hiçbir hazırlık yapılmamasını bir kenara bırakın; yapılanların da, rant için yok edildiğini gösterdi.
Öncelikle, hurafelere değil bilime kulak verip İstanbul’un önümüzdeki yıllarda 7,2-7,5 büyüklüğünde bir depremle zangır zangır sallanacağı gerçeğini kabul edelim ve konuya ondan sonra devam edelim. Çünkü televizyon kanallarında, basında ve sosyal medyada, bir sürü kendini bilmez ortaya çıkıp, jeoloji bilimini yok sayan açıklamalar yaparak kafa karıştırmayı marifet sayıyor.
Bu büyüklükte bir depremde ne olacak? Yine bilime kulak verelim: Yüz binlerce insan ölecek, milyonlarcası yaralanacak. Kent bir harabeye dönüşeceği için deprem sonrası gereken yardım ulaştırılamayacak; salgın hastalıklar, panik ve depremin neden olacağı yangınlar nedeniyle on binlerce insan daha ölecek. Maddi zarar 60-70 milyar dolar olacak ve ülke ekonomisinin bel kemiğini oluşturan İstanbul’da yaşanan deprem, bir tsunami etkisiyle bütün ülkeyi etkileyecek. Hatta bu işin sonunun, ülkenin bağımsızlığını kaybetmesine neden olabileceğini iddia edenler bile var.
Bu korkutucu tabloyu hafifletmek ve depremin olası zararlarını hafifletmek için yapılacaklar çok önceden belliydi. Bu amaçla bir deprem fonu oluşturuldu ve binaların, okulların, yolların, köprülerin sağlamlaştırılması hedeflendi. Vatandaştan, yani bizden, bu işleri gerçekleştirmek için 20 yılda 66 milyar lira toplandı. Bu para, depreme hazırlık için kullanılmak yerine, eski Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in söylediğine göre, duble yol yapımına harcandı.
Bir de toplanma alanları meselesi var tabi. Hani depremde evi yıkılan milyonlarca insanın çadır kurup hayatta kalabilmek için mücadele vereceği alanlar… Onlara ne mi oldu? 1999 depreminden sonra belirlenen 493 alandan 416 tanesi, alışveriş merkezi, rezidans ve gökdelene dönüştü. Geriye kalan 77 afet toplanma alanı da, vatandaşlar tarafından ya bilinmiyor ya da herhangi bir afet halinde toplanmaya uygun değil. Yani depremden sonra 18 milyon İstanbullu ne yapacak, kimsenin fikri yok.
* * * * *
İkinci konumuz bir yargı kararı… Gıda Mühendisi ve akademisyen Bülent Şık, 2011-2016 yılları arasında yürütülen “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi Projesi”ne katılan bilim insanlarından biriydi. Amaç, bu bölgelerdeki kanserojen kimyasalları tespit etmekti. 2018 yılına kadar araştırmanın raporunun kamuoyuyla paylaşılmaması üzerine, Şık, bir akademisyen ve duyarlı vatandaş sorumluluğuyla, çalışmanın önemli noktalarını kamuoyuyla paylaştı. Bu davranışı nedeniyle, kendisine teşekkür edildi, bir onur ödülü verildi ve çalışmalarına devam etmesi için destek verildi demeliydim uygar ve demokratik bir ülkede. Ancak tam tersi oldu ve Bülent Şık hakkında dava açıldı; üstelik iddianameyi de terör suçları bürosu hazırladı. Mahkeme de, Şık’a 1 yıl 3 ay hapis cezası verdi.
Söz konusu rapor mu? Hala kamuoyuna açıklanmadı ve açıklanacağını da hiç sanmıyorum.
* * * * *
Ne mi yapacağız? Ya her zaman yaptığımız gibi işi Allah’a havale edeceğiz; ya da devletten, bizden toplanan paraları, canımız ve malımız için harcamasını ısrarla talep edeceğiz. Var mı başka bir yol bilen?