Muharrem İnce’ye mektup
Sayın İnce;
Açık söyleyeyim sizin siyasi tercihlerinizi pek de kabul etmem…
Sosyal demokrat bir yapıyı içselleştirdiğinizi de sanmıyorum…
Ama bunlardan dolayı başkalarının yaptığı gibi sizi “siyaseten eleştirmeyeceğim”
Ben bir öneride bulunacağım:
Öncelikle belirteyim ki, sosyal demokrasiyi içselleştirdiğinize inanmadığım ve tercihlerim sizin görüşlerinizle büyük ölçüde örtüşmediği halde “16 yıldır ilk kez R.Tayyip Erdoğan’ın karşısına ciddi bir alternatif olarak çıkmış olmanızdan dolayı” bundan büyük bir keyif aldım ve sizi destekledim.
Mensubu olduğunuz CHP, size “buyur ülkeyi yönet” dedi…
Siz kabul ettiniz, 81 milyon insana hitap ederek aday olup (bence) başarılı oldunuz ve yüzde 30’u aşan bir oy oranına ulaştınız.
Yani bu ülkenin “yarısı” Erdoğan’a oy verip “sen yönet” derken “üçte biri” de senin ülkeyi yönetmeni istedi.
Seçim bitti ve siz aldığınız yüzde 30 oy oranının verdiği “güç zehirlenmesi ile egonuzu” öne çıkarıp sizi bugünlere getiren partinizin seçim sonrası karışmasına yol açan“Genel Başkan olma” yarışına girdiniz…
Bu yüzde 30, size CHP Genel Başkanı ol diye oy vermedi, ülkeyi yönet diye oy verdi.
Bu gücü başka bir hedefe tahvil etmenin en azından siyasi nezakete uymayacağını sanırım şimdi sizde görmüş oldunuz.
Siz bir “siyasi kadrosunuz” ve siyasette kadrolar kolay yetişmiyor…
Tavsiyem bu yola girip kendisini daha fazla yıpratmamanızdır.
Sayın İnce,
Siyasette 5 yıl çok kısa bir süredir.
Toplam 1825 gün eder…
Ülkemizde il ve ilçelerin toplam sayısı 1038’dir.
Bu sayıya iri kasabaları ve kimi köyleri de eklersen 1600 civarında yerleşim yeri karşımıza çıkar.
Eğer gerçekten 2023 seçiminde cumhurbaşkanı olmak ve ülkeyi yönetmek istiyorsan, partinizin iç mücadelesinde güçlerini harcayarak zaman kaybetmemen ve şimdiden bu il, ilçe ve köyleri adım adım dolaşman gerekir.
Bu türden bir çalışma emin olun ki 107 değil, 1007 mitingden daha etkilidir.
Kaldı ki hemen her beldeye kadar örgütlenmiş olan CHP’li tüm kadrolar ve seçmenler sizin bu çalışmalarınızda büyük bir katkı koyacaklardır.
Ve 1600 yerleşim noktasını dolaştığında zaten 1825 günlük seçim bekleme süresi de gelmiş olacaktır.
Sayın İnce,
Siz CHP’li olmakla beraber artık CHP’li olmayanların da liderisiniz…
Geçmişte 3 kez kurultay toplayıp Erdal İnönü karşısında her seferinde hezimete uğrayan ve bu nedenle kendi partililerinin bile yarısının desteklemediği “Baykal olmak” yerine;
Dağlara, taşlara adı yazılan, “Karaoğlan” olarak siyasi bir efsane haline gelip halka umut olan “Ecevit olmayı” tercih ederseniz işte o zaman bu halka umut olursunuz ve eminim ki tarih sizi “Erdoğan’ı yenen efsane siyasetçi” olarak anacaktır.
**
Yeni başlangıç nasıl olacak…
Adalet Bakanı Abdulhamit Gül, yeni dönemle ilgili yaptığı açıklamada;
“Hiçbir vatandaşımız, etnik düşüncesinden, doğduğu yerden, inancından, yaşam tarzından dolayı asla öteki olmayacak... Daha fazla hukuku, özgürlüğü hep beraber inşa edeceğiz,” dedi.
Sayın Bakan bunları söylerken Külliyede, arabesk söyleyeninden uyduruk devletlerin sözüm ona başkanlarına kadar katılımcılara“cülus” dağıtımı yapılıyordu.
Mehteran takımından Göktürk savaşçısına, Barbaros’un levendinden 1.Murat’ın yeniçerisine,
İşçisinden köylüsüne, ev kadınından madencisine, işvereninden esnafına kadar her kesimden insan bu tarihi(!) törene davetliydi…
Ama bir tek HDP ve bu partinin 6 milyon oy verenlerinden kimse yoktu.
Çünkü çağrılmamışlardı…
Yani ötekileştirilmişlerdi…
Tam da bunlar yaşanırken Adalet Bakanımız “kimse ötekileştirilmeyecektir” diye açıklama yapıyordu.
Şaka gibi…
Daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük nasıl olacak?
6 milyon seçmeni “yok sayarak, daha da ötesi kriminalize ederek” daha fazla hukuk, daha fazla özgürlük nasıl sağlanacak?
Sorumuzu daha da genişletelim.
Daha fazla hukuk ve daha fazla özgürlük “kimler için” inşa edilecek?
Çivisi çıkan, siyasi parti yönetimlerinden görev yapmış hukukçularla doldurulan bu yargı sistemi ile mi daha fazla hukuk inşa edilecek?
Cülus dağıtımının yapıldığı törende konuşan Sayın Erdoğan ise şunların altını çizdi.
“Yeni bir başlangıç yapıyoruz… Her türlü hak ve özgürlükten, ülkemizin sahip olduğu tüm zenginliklerden, köken inanç meşrep bölge şehir farkı olmaksızın vatandaşlarımızın tamamının yararlanmasını sağlayacağız.”
İyi de ülkemizin yüzde 60’ı yoksulluk sınırının altında, yüzde 20’si ise açlık sınırında yaşarken 16 yılda dolar milyarderlerinin sayısı 27 den 65 e çıkmış durumda.
Yani ülkemizin zenginliklerinin bir avuç sermaye grubunun eline geçmesini sağlayan bir yönetim ortaya konmuşken, nasıl olacak da bundan sonra bu zenginliklerden toplumun tamamının faydalanması sağlanacak?
Sayın Erdoğan yeni bir başlangıçtan söz ediyor.
Nasıl bir başlangıç?
İçinde iyiliklerin, dostluğun, huzurun, barışın, demokrasinin olduğu bir geleceğin başlangıcı mı olacak bu başlangıç?
Bunlar ifade edilmek isteniyorsa pek inandırıcı gelmiyor bana…
Daha kafadan bir siyasi parti ve onların seçmenleri “sistemin dışına” itiliyorsa ve öteki olarak gösteriliyorsa yeni başlangıcın gelecek için pek de hayırlı olmayacağının işaretidir bunlar…
***
Nesnel olmak zordur…
Bir olayı, bir durumu kendinizden hiçbir şey katmadan olduğu gibi değerlendirmek en basit tanımla nesnel (objektif) olmaktır.
Dünyadaki en zor şeylerden birisi insanın nesnel olmasıdır.
Gerçekten çok zordur.
Çünkü kendinizin sahip olduğu değerlere, seslendirdiğiniz kimliklere, geçmişten süregelen alışkanlıklara uymayan kimi olayları ve durumları karşınızdakilere olduğu gibi aktarmakta zorlanırsınız.
Hele bizim gibi son16 yılda karpuz gibi birkaç parçaya bölünen toplumlarda, her şeyi bulunduğunuz parçanın değerlerine göre yorumlama ile adeta mecbur tutulmuşsanız.
Aksini yaptığınızda ait olduğunuz parçadan aforoz edilme tehlikesi karşısında ister istemez “nesnel değil, öznel olmak zorundasınız.”
Nesnel olan insan her şeye tu-kaka diye bakmaz oysa…
Doğru olanı, inandığı değerlere ters düşse bile seslendirme cesaretini göstermelidir.
İnandığı kimi değerleri hayat yadsıdığında yine cesurca özeleştirisini yapmalı ve bu değerleri yeni baştan analiz etmeli, “niye yanlış oldu, doğru olan nedir” diye sorgulayabilmelidir.
Bir insan, sahip olduğu değerleri bir “felsefe örgüsü” içinde birbirine bağlayamazsa, bu değerler “eklektik” olarak birbirine tutunmuşsa bu sorgulamayı yapamaz, yapsa bile doğru olan sonuca ulaşamaz.
Bunu şöyle örnekleyebiliriz.
Dünyaya “emekçilerin genel çıkarlarından bakan” birisi, bu çıkarların nasıl sağlanacağını, hangi araçlarla ve hangi mücadeleyle bu çıkarların gerçekleşeceğini gösteren “evrensel felsefeye” sahip olursa sorgulaması sonucunda doğru olanı bulur.
Ama dünyaya emekçilerin çıkarları penceresinden baktığını sanıp küresel sermayenin dayattığı kimi değerleri ya da içinde bulunduğu milletin milliyetçi savrulmalarını da savunmaya kalkıştığında; eklektik bir birleşim içinde olduğundan ne sorgulaması doğru olur, ne de doğru sonuçlara ulaşabilir.
Bunu daha da somutlaştıralım.
Bir siyasi kadro,
Hem işçi haklarını ve sendikalaşmayı savunup hem de ülke kalkınması için yabancı sermayenin ülkemizde yatırım yapmasını savunuyorsa ve bunu da milliyetçilik olarak değerlendiriyorsa o siyasi kadro ya emekçilerin çıkarlarından yana değildir, o felsefeye sahip olmadığından sahte bir solcu duruşu vardır, ya da gerçekten bilerek solcu duruşa ihanet içindedir.
Kısacası, geleceğimizi korumak için nesnel olmak, savunduğumuz sınıfın felsefesini bilmek, öğrenmek ve izlenen siyaseti buna göre sorgulayıp yeni mücadele yöntemlerini geliştirmek zorundayız.
Bunu hem yerel, hem de genel anlamda yapabilecek cesaretimiz, inancımız olmalıdır.
Yoksa yandı gülüm keten helva…