Karamollaoğlu ve Ahmet Şık
Geçen hafta iki önemli kişinin iki önemli açıklaması oldu.
Felsefi olarak birbirlerinden tam zıt yönde olan bu iki kişi sanki ortak bir açıklama yaptılar.
“Birisi SP Genel Başkanı Temel Karamollaoğlu, diğeri de Ahmet Şık…”
Karamollaoğlu partisine yapılan cumhur ittifakına katılma çağırısı ve önerisine şöyle dedi:
“Ülkemizde büyük bir baskı var. Ben deli miyim ki, böyle bir mesuliyetin altına gireyim? Bu millet 250 tane milletvekilliğine bile satılamaz. Bunu herkes bilsin… Hükümetin aleyhinde konuşanlar, yarın hapse atılıyor, işinden oluyor. Böyle bir ülke olmaz… Ülkemiz oldukça karışık bir dönemden geçiyor… Bu ülkeyi 15 yıldır idare edenlere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, hükümete bakıyoruz. Hikmet-i ilahi, bu problemlerin neredeyse hiçbirisi gündemlerinde yok…”
Ahmet Şık ise bir yıldan fazla tutuklu kaldıktan sonra tahliye edilince şu açıklamayı yaptı.
“Türkiye bir hukuk devleti değil. En büyük Türk yalanı, Türkiye’nin bir hukuk devleti olduğu ve yargının bağımsız olduğu… Türkiye’de hiç kimsenin, iktidar yanlıları da dâhil olmak üzere, ne hukuki güvencesi var ne de can güvenliği… Bu süreç Türkiye’de gücü tek başına eline geçirmiş bir iktidarın ne kadar tehlikeli olduğunu da bize kanıtladı… Bu ülkede iktidarın hakikatle bir derdi var. İktidarın yaptığı yalanı, dolanı, yalanlar üzerine kurulu bir saltanatı hiçbir şekilde kimse görsün istemiyorlar. Ve bununla uğraşan herkes hedef Türkiye’de…”
Karamollaoğlu, İslam’ı referans alan bir siyasetçi.
Ahmet Şık ise sol/ sosyalist referanslara sahip bir gazeteci/ yazar…
Farklı dünya görüşleri olmasına, ülke meselelerinde çözümleri farklı olsa da Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu açmazları, sorunlar yumağı haline gelmiş dertleri ve ülkeyi bu hale getiren gücün AK Parti iktidarı olduğu noktasında “aynı şeyi söylüyorlar…”
Sadece bu ikisi değil bunları söyleyen…
Saraya yanaşmış “5’li çete” denilen sermaye grupları ile yandaş işadamları ve havuz medyasının kalemşorları, kimliğini pazara çıkarmış kimi akademisyenlerin dışında kalan her kesimden insan ve gruplar Karamollaoğlu ve Ahmet Şık ne diyorlarsa aynısını söylüyorlar…
Ülke hızla demokrasiden uzaklaşıyor…
Özgürlük alanları her geçen gün daralıyor…
Yatırımcılar arasında rekabet ortamı ortadan kalkıyor…
Çalışanlar sendikasızlaştırılıp güvenceleri yok ediliyor…
Düşünceyi açıklamaya korkar hale geldik…
İktidar yanlılarının yolsuzlukları ört-bas ediliyor…
FETÖ’cü yandaşlar korunup kollanıyor…
Uluslararası alanda her geçen gün itibarımız aşağılara çekiliyor…
Halkın parasız faydalanacağı sağlık ve eğitim kurumları birer ticarethane halinde…
Laiklik her köşesinden koparılarak parçalanıyor…
Her kimlikten insan geleceğini karamsar görüyor…
Daha bu listeyi uzatmak mümkün…
Cumhurbaşkanı Erdoğan ve hükümet kafalarını ellerinin arasına alıp “biz nerede yanlış yaptık,” diye sorgulamalı…
Aksi halde ülkenin geleceği pek parlak görünmüyor…
--------------
Antalyalı gazeteciler, dikkat edin!
Yargıtay 16. Ceza Dairesi, Can Dündar’a ilişkin verilen alt mahkemenin kararını bozdu ve Dündar’ın “casusluk suçu” ile yargılanması gerektiğine hükmetti.
Daha önceleri casusluk ile ilgili verdiği kararlarda “lehine casusluk yapılan devletle bir anlaşma” şartını arayan Yargıtay, bunu değiştirdi.
Yargıtay’ın bu konuda verdiği kararın gerekçesine göre; “Casus ile casusluğu talep eden arasında bu bilgi ve belgelerin karşı tarafa aktarılmasında anlaşma şart değildir.
Devlet sırrı kapsamında olan bir haberi, bir başka devlet Türkiye aleyhine kullanırsa bu casusluk sayılacaktır.”
Hadi buyurun buradan yakın…
Diyelim ki, Antalya’da bir yerde bir olumsuz olay yaşandı ve bu olay dış ülkelerde duyulursa turizmi etkileyecek…
Ve siz de gazetecisiniz, işiniz haber yapmak…
Aldınız bu olayı gazetenizde yayınladınız ve gazetenin haber sitesine de koydunuz…
İnternet denen bela(!) dünyanın her yerinden izlendiğine göre, sizin bu haberinizi -söz gelimi- Yunanistan Turizm Bakanlığı görevlileri gördü ve hemen harekete geçerek sizin haberinizi referans göstererek kendi yayın organlarında Yunanistan lehine, Türkiye aleyhine kullandı.
Yandınız o zaman…
Yargıtay’ın bu kararına göre “casuslukla yargılanmanız” işten bile değil…
Bu karar sadece gazetecileri etkilemez…
Facebook ve Twiter kullanıcıları da bu tehdidin altında…
Yayınladıkları her hangi bir haberi, başka ülkedeki devlet yetkilileri Türkiye aleyhine kullandıkları anda onlarda casusluk suçlamasıyla karşı karşıya kalabilirler…
Şimdi bazılarınız diyecek ki “yahu Yargıtay kararında devlet sırrı” diye bir kavram var…
Her haber veya yazı devlet sırrı olamaz…
Doğru, her haber ve yazı devlet sırrı olamaz ama “neyin devlet sırrı olup olmadığına kimler karar veriyor?”
Turizmle ilgili olumsuz bir haber yaptığınızda saray ya da Kültür ve Kültür ve Turizm Bakanlığı “kardeşim bu olay bizce devlet sırrı niteliğindedir” der ve sizi savcılığa gönderirse bunun aksini kim iddia edebilir?
Basın ve ifade özgürlüğünün alanı her geçen yeni bir kararla iyice daraltılmaktadır…
En basit eleştiri “hakaret” kapsamına alınmakta…
Yöneticilerin ihmalinden doğan bir olumsuzluğun haberi casusluk olarak nitelenmektedir…
Türkiye, bireysel intikam duygularının yönettiği bir ülke olmaya doğru hızla ilerliyor…
Encamımız hayrola…
-----
Küresel yağmaya çanak tutuluyor
Şekerin acılaşması ilk Kemal Derviş’le başladı.
Dünya bolluk içindeyken yaşadığımız 2000 yılı krizinden kurtulmak için getirtilen Kemal Derviş’in, önümüze koyduğu reçetede iki yasa vardı.
“Birisi Tütün Yasası, diğeri de Şeker Yasası.”
Bu yasaların özeti şuydu:
“Tütün ve şeker ekilen sahaları daraltın, fabrikalarını da satın…”
2003 yılında tekel fabrikaları satıldı ve tütün üretim alanları da daraltıldı.
Bugün gelinen noktada tütün üreten çiftçiler tarlalarını terk ettiler.
Fabrikalarda özelleştirme sırasında 3 bin 600 işçi çalışıyorken bugün kapatılmayan fabrikalarda çalışan işçi sayısı 323 kişi…
Tütün fabrikalarının yerinde ise yeller esiyor.
Özelleştirmeye karşı çıkan tütün işçilerinin ve tütün üreten çiftçilerin birlikte direnişleri hala hafızalarımızdadır…
Şimdi sırada şeker fabrikaları var.
Tütünde oynanan küresel oyun aynen şekerde de oynanıyor.
Ben kısaca sizlere bir tabloyu çizeyim.
Ülkemiz şeker pancarı üretim kuşağında en elverişli iklime ve toprak yapısına sahip olduğumuzdan –kısıtlama olmazsa- şu anki üretiminin iki katı potansiyele sahiptir.
Pancardan şeker üretmede ise yüzde 7’lik bir pay ile Rusya, Fransa, ABD ve Almanya’nın ardından dünyada 5. sıradayız.
Bu haliyle bile ülkemizin milli servetine her yıl 3,5 milyar dolar katkı sağlamaktadır.
Ve şu anda 250 bin aile pancar üretiminden geçimini sağlarken fabrikalarda 25 bin işçi çalışmaktadır.
Bir devlet şirketi olan Türkşeker A.Ş. dünyada 14. sırada yer alarak dünya devleri ile aynı safta bulunmaktadır.
Yarın bu fabrikalar özelleştirildiğinde ne olacak?
Tütünde ne olduysa aynısı olacak.
Zarar ettiği için özelleştirildiği söylenen bu fabrikaları alanlar iki yoldan birini seçecek.
Ya işçi çıkartıp kalanları da asgari ücretli işçi durumuna getirip zarardan öyle kurtulacak…
Ya da birkaç yıl zarar etmeden kurtulamayınca işçilerin tazminatlarını verip çıkartarak fabrikaları kapatacaklar…
“Çünkü özel işletmeler kar etmediği yerde üretim yapmazlar…”
Sonuç, nasıl ki bugün tütün ve sigara pazarı küresel şirketlerin denetimine geçmiş ve yerli üretim durdurulmuşsa, şekerde de yerli pazar küresel şirketlerin eline geçecek ve nişasta bazlı şeker üreten dünya devlerinin pazarı durumuna geleceğiz.
Tabi bununla beraber inek ve koyunlarımıza Bulgar samanının yanı sıra ABD ve Fransız küspesi yedirip daha etli ve daha sütlü hale getiririz(!)…
Ne acıdır değil mi?
Bu arada hani hem yerli hem de milliydiniz?
---------------
Yavaş şehir ve yavaş yaşamak
Ajans Pres’ten e-postama bir haber düştü geçenlerde…
“Dünyanın en stressiz şehirleri” hakkında bir haberdi bu.
Yapılan araştırmalara göre dünyada en stressiz şehir Almanya’nın Stuttgart şehriymiş.
İstanbul’ın 28. olduğu bu sıralamada ikinciliği Lüksemburg alırken diğer şehirler sırasıyla, Hannover (Almanya), Bern (İsviçre), Münih (Almanya) olmuş.
Edinburgh (İskoçya), Nice (Fransa), Viyana (Avusturya), Tokyo (Japonya), Riyad (Suudi Arabistan), Kiev (Ukrayna), Warsaw (Polonya), Sofia (Bulgaristan) gibi farklı ülkelerden çeşitli şehirlerin yer aldığı listenin son sırasında ise Irak’ın başkenti Bağdat yer almış.
Şehirlerdeki bu sıralama “nüfus yoğunluğu, ekonomik durum, trafik, hava kirliliği, refah düzeyi, işsizlik, borç, sosyal güvenlik, satın alma gücü, sağlık ve cinsiyet eşitliği baz alınarak hazırlanmış”
Listede Antalya yok ama baz alınan parametrelere bakarak bir ölçüm yapılsaydı sanırım Antalya sıralamada çok gerilerde olurdu.
Çünkü Büyükşehir’in nüfus yoğunluklu, debdebeli, hızlı ve tempolu, doğal olandan uzak betonlaşmış kent yönetme anlayışı insan stresini sürekli artıran anlayıştır.
Bu durum bana sevgili dostum “Prof. Mehmet Aktekin’in -cittaslow-yavaş şehirler-“ başlığı ile 2012 yılında yazdığı yazıyı anımsattı.
Aktekin yazısında şöyle diyor;
“Yavaş şehir olmanın pek çok kriteri var.
Özü sakin ve kolay yaşamaya dayanan bu kriterler içinde; kentlerin geleneksel yapılarını koruması, arabaları şehir merkezinden çıkarma, geleneksel ürünlerin kullanılması, yenilenebilir enerji kullanılması, süpermarket ve fast food restaurantlara izin verilmemesi, yerel ürün satan dükkanların desteklenmesi, kent dokusunun korunması, eski yapıların restore edilmesi, el sanatlarının korunması, gürültünün önlenmesi, hava kalitesinin arttırılması, organik ürünlerin üretilip tüketilmesi ve konukseverlik olgusunun korunması sayılabilir.
Stres günümüz kentlerinin ve yaşam biçiminin vazgeçilmez bir unsuru.
Aynı zamanda ruhsal sorunlardan kalp damar hastalıklarına kadar pek çok ölümcül hastalığın en önemli sebebi ve hazırlayıcısı.
Buradan hareketle günümüzün (hızlı) yaşam tarzını önemli bir halk sağlığı sorunu olarak görebiliriz.
Bu anlamda yavaş şehirler ve yavaş yaşam tarzı pek çok hastalığın oluşumunun engellenmesi ve stressiz yaşam süresinin uzatılması için bir fırsat olabilir.”
Giderek dünyada yaygınlaşan “citta slow” hareketi, hızlı ve tempolu yaşama yerine yavaş yaşamanın, betonlaşmış kentler yerine doğal hayatın tercih edilmesinin, fast food yeme yerine doğal ürünlerin tüketilmesinin, gürültü ve hava kirliliğinden kaçınmanın ömrü uzattığının manifestosunu hazırlamış.
Tercih bizlerin…
Tempolu, hızlı ve betonlaşmış bir Antalya’da mı yaşamak istiyoruz;
Yoksa yavaş, aheste, doğal hayatın korunduğu, betondan uzaklaşmış bir Antalya’da mı yaşamak istiyoruz…
----
Bir dombili oğlan…
Çiftlik Bank meselesini hepimiz biliyoruz…
Yüzünden aptallık ve alıklık akan hayal tüccarı toy bir tombalak çocuk binlerce insanı aldatıp 511 milyon TL ile kayıplara karıştı.
Aynı günlerde birkaç Urfalı uyanık da Kars’a gider ve beş kuruş ödemeden 12 bin büyükbaş hayvanı satın alır, Et Balık Kurumu’na satarlar ve kayıplara karışırlar…
Sülün Osman’dan Banker Kastelli’ye, Jet Fadıl’dan FETÖ’ye kadar bu halkı kimler aldatıp kandırmadı ki…
Özünde inancı olmayan ama başına takke, diline Allah kelamını yerleştiren birçok sahtekâr bu halkı yüzlerce yıldır soyup duruyor ve ne hikmetse bu halk, önünde bir sürü örnek olmasına rağmen hala ayılmıyor…
Sosyal medyada dolaşırken gördüğüm, bu konuyla ilgili en çarpıcı ifadeyi kadim dostum “Hüsnü Şahin” yazmış.
Şöyle diyor Şahin;
“Çiftlik Bank videolarını izliyoruz.
Konuşmalar “Diriliş, Ecdat, Milli Değerlerimiz” laflarından geçilmiyor…
Kardeşim bu adamlar daha ne yapsın!...
Alnına keçeli kalemle dolandırıcı mı yazsın…
Sizi tokatlamaya geldik diye bağırıyorlarmış zaten…”