Konyaaltı sahili perişan hâlde…
Geçen hafta Konyaaltı sahiline gittim.
Duyumlarıma göre, haziran ayının başında büfeler, şezlong ve şemsiyeler kiralayanlara teslim edilecekmiş.
Merak bu ya, hele bir bakayım ne halde sahil dedim ve o sıcakta bir boydan bir boya gezdim.
32 sahil büfesinden ancak yarısı bitmiş durumda.
Geriye kalanlar hala kaba inşaat durumundaydı.
Bırakın haziran başını, belki Kurban Bayramı’na ancak yetişir.
Her yer kum, taş, beton ve demirlerle kaplı.
Sahil yolu, üzerine bir şey kaplanacak mı kaplanmayacak mı bilemem ama bu haliyle beton bir yol.
4 yıl yattıktan sonra seçim yılında atağa da kalksanız, belediyenin kasasını sahile de yıksanız Ramazan Bayramı’na yetişmesi imkânsız.
Belki, Türel işçileri 3 vardiya çalıştırırda beni utandırır, kim bilir…
Her neyse, sahilin durumu hala belirsizliğini korurken, biz gelelim sahilin imalatı ve işletmesi meselesine.
Dolaşırken bir sahil büfesinin yanında birkaç kişinin sohbeti dikkatimi çekti ve uzaktan kulak misafiri oldum.
Büfeyi kiralayan dert yanıyordu yanındakilere…
“Ya kardeşim, biraz önce Alkoçların muhasebecisine gittim. Yıllık kirasını peşin istiyorlardı, sözleşmeyi imzaladım ve 300 bin lirayı yatırdım ama buralar ne zaman bitecek belli değil.”
Yavaşça uzaklaştım.
Şöyle bir mantık olur mu?
Belediyenin kasasından 170 milyon TL harca ve sahili yeniden projelendir.
Tek kuruş yatırım payı olmayan bir firmaya yıllık 8,5 milyon TL’ye kiraya ver.
O kiracı da büfeleri yıllık 300 bin TL’den başkalarına kiralasın ve 8,5 milyon Belediyenin kirasını verdikten sonra kasasına 15-20 milyon TL’yi zahmetsizce koysun.
Yatırım parası senden çıkıyorsa neden sen işletmiyorsun?
Niye senin yatırımından bir başkası nemalanmaktadır?
Ya da sen işletmeyeceksen, neden her büfeyi ayrı ayrı işletmecilere doğrudan ihale ile kiraya vermiyorsun da işletmecilerle Belediye arasına “hatırlı” birilerini sokup onlara avantadan para kazandırıyorsun?
“Ben yapayım sen işlet, 8 yıl boyunca kasanı iyice doldur sonra da bana devret ” sistemi dünyanın hangi ülkesinin ekonomisinde var?
Hani derler ya “yemede yanında yat” diye…
Tam öyle bir sistem.
“8 yıl boyunca bu halkın parasıyla yapılan sahilinden hatırlı kişiler onlarca milyon TL’yi cebine doldursun, belediye yatırdığı parayı kurtaramasın…”
İyi de onlarca milyon TL kazanca karşılık, bu şirket kiralama işinden başka ne yapacak?
Güvenliği emniyet sağlıyor, temizliği ve fiyat kontrolünü belediye yapıyor, şezlong ve şemsiyeleri, sahilin tertip ve düzenini işletmeciler sağlıyor…
Bu şirkete yapacak ne kaldı?
Peki, bu parayı neyin karşılığında kazanıyor?
Yap-işlet-devret denilen sistemin içinden akıllara zarar başka versiyonlar çıkarmak her halde sadece bize özgü bir akıl ürünü olsa gerek.
*
Şeker gibi hayat…
Araya seçimler girdi, şimdilerde de Kudüs’te yapılan insanlık dışı katliam…
Ama biz yine ülke gündemimize dönelim…
Muharrem İnce, meydanlarda bağırınca yeniden değerlendirmek gerektiğini düşündüm.
Ne diyordu İnce;
“Evet yol, köprü, tüp geçit, havaalanı yaptınız ama bir tane şeker fabrikası yaptınız mı?”
Sahi ne oldu şeker fabrikalarının satışı?
Gündemimizden çıktı ve unutturulmaya çalışılıyor değil mi?
Şu ana kadar 10 Şeker fabrikası satıldı.
Diğerleri sırada…
Yapılan satışlarda ihaleyi alan şirketlere bir bakalım:
“Çorum Şeker Fabrikası: Safi Katı Yakıt Şirketine
Yozgat Şeker Fabrikası; Doğuş Çay Şirketine
Kırşehir Şeker Fabrikası: Tutu Gıda Şirketine
Bor Şeker Fabrikası: Doğuş Çay Şirketine
Ilgın Şeker Fabrikası; Alteks Şirketine
Turhal Şeker Fabrikası: Kayseri Şeker Şirketine
Erzincan ve Erzurum Şeker Fabrikaları: Albayrak Şirketine
Muş Şeker Fabrikası: MBD Şirketine
Alpullu Şeker Fabrikası: Binbir Gıda Şirketine satıldı.”
Bu şirketlerin iktidara ne kadar yakın olduğu medya tarafından asla işlenmeyecek bir konudur.
Yazmayacak, yazamayacaklar
Yazanların başına neler geldiğini cezaevindeki gazetecilerden anlayabilirsiniz
Hatta yandaş medya “aman iyi ki araya seçim, Kudüs gibi meseleler girdi de şu şeker işini işleme zahmetinden kurtulduk” diye ellerini ovuşturuyor…
AK Parti iktidarının “sermayenin iktidarı” olduğunu, emekçilerin hayat şartları ve geçimlerinin umurlarında bile olmadığını bunlardan daha iyi ne anlatabilir ki…
Dünyanın en saygın kuruluşlarından olan Şeker Şirketinin, kar getiren bir kuruluş olduğu defalarca anlatılmış olmasına rağmen cumhuriyetin kuruluş yıllarının değerleri olan bu fabrikalar yalap şalap satılıyor adeta yangından mal kaçırılırcasına…
Kafaya koymuşlar bir kere…
Ne söz dinliyorlar, ne de eleştiri…
Satacaklar/satıyorlar zaten
Bu satışların yanlış olduğunu, Başbakan da, bakanlar da, milletvekilleri de, bürokratlar da iyi biliyor ama tık diyemiyorlar…
Derlerse akıbetlerinin “şeker” gibi olacağını iyi biliyorlar çünkü…
*
Edepli olun…
Ahlakın, edepli olmanın, saygı sınırlarını aşmamanın da bir ölçüsü olmalı.
Lakin seçim sath-i mahalline girmemizle birlikte o kadar aşağılayıcı, o kadar fütursuzca ve o kadar vahşice saldırılar var ki, kulaklarıma inanmakta zorluk çektim.
Uzunca bir zamandır (özel durumlar hariç) televizyonlardaki tartışma programlarını izlemiyordum.
Geçen gece şeytan dürttü, sanki ve havuz medyasından bir kanala takılıp sözüm ona tartışma programını izlemek istedim.
Bu mahallede neler söylendiğini, nelerin konuşulduğunu iyi-kötü biliyorum ama merak ettim acaba diğer mahallede neler konuşuluyor ve neler söyleniyor diye…
Hay, beni dürten şeytana lanetler olsun…
İzlemez olaydım…
Konuşmacıların sadece bazı kimseler için kullandıkları sıfatları dinlemek bile yüzümü kızartmaya yetti…
“Şıllık…
Etekli Kemal…
İnce değil, kereste…
Mahalle dilberi…
FETÖ alçağı…
PKK/PYD sevicileri…
Teröristler...
Cibiliyetsiz bunlar…
Vatan hainleri…
Tek parti artıkları…”
Bunlar sadece yazımı yazarken aklıma gelenler…
Daha neler, neler… ne sıfatlar… inanılmazdı.
Destur yok, saygı yok, nezaket yok, centilmenlik hak getire…
Üstelik bunları söyleyenlerin her birinin isminin önünde akademik ya da basın mensubu olduğunu yazan titrleri var…
Peki, önceki seçimlerde de televizyon bülbülü olan bu zevatın bu seçimdeki saldırılarının, aşağılayıcı bir dil kullanmalarının nedeni ne?
Öyle görünüyor ki, diğer mahallede işler pekiyi gitmiyor…
Daha önceleri dalgasını geçen, muhalefeti Ti’ye alan iktidar yandaşları şimdi inanılmaz ve şaşırtıcı biçimde saldırıyorlar…
Saldırı ne kelime adeta küfrediyorlar…
Ve hele Ekonomi Bakanı Mehmet Şimşek’in “durum kötü görünüyor ama iyiye doğru bir gidiş var, meraklanmayın” sözünü bir ellerine aldılar ve koro halinde ekonomik gidişteki berbat durumdan dolayı ne faiz lobisi kaldı, ne döviz baronları kaldı, ne ABD, ne AB ülkeleri kaldı küfretmedik.
Behey sefil güruh, bakkal Mahmut Efendi bile biliyor ki “dövizdeki değer, dış ticaret açığına göre belirlenir.”
Cari açığın 28 milyar dolarken, dolar 1,75 TL olur
Ama cari açığın 70 milyar doların üzerine çıktığında elbette doların değeri 4,5 TL olarak karşına çıkar.
Devletin temel kurumlarını Varlık Fonu adı altında bir şirkete devredip onu da borçlarına karşılık rehin olarak gösterirsen;
Varlıklarımızı haraç-mezat yandaşlara söğüşletirsen;
Üretim ekonomisi yerine, sigortacılık/bankacılık, inşaat gibi finans ve hizmet sektörüne ağırlık verip ithalat ekonomisini esas alırsan;
Bunun yüzünden maliye açık verdiğinde, borçlanmayla günü kurtarmaya kalkışırsan elbette bu kadar cari açık verirsin ve dövizdeki tırmanışı durduramazsın…
Kötü tercihler ve beceriksizlikler yüzünden yönetemez hale gelen iktidara güzellemeler yapar, bunu eleştiren muhalefete küfrederseniz burnunuz daha çooookkk “baldan(!)” çıkmaz…
İktidara yaptığınız güzellemeler her neyse de konuşmanızda biraz daha edepli olun…
*
Haysiyetli gazeteci…
Kamu hizmetinde geçen yıllarımdan sonra uzun yıllardır basın sektöründeyim…
Çok sayıda gazeteci ve gazete çalışanlarıyla mesaim oldu.
Hepsi de birbirinden değerli, birbirinden üstün, mesleki anlamda başarılı olma yolunda emeğini ve zamanını esirgemeyen dostlarımdı.
Her gazetecinin bir siyasal tercihi vardır, o dostlarımın da tercihleri vardı elbette.
AK Partilisi, MHP’lisi, CHP’lisi ve sosyalist olanları ile birlikte çalıştım.
Ama söz konusu “haber” olunca hepsi de siyasal tercihlerini bir yana bırakarak haberin üzerine gitmekte bir an bile tereddüt etmediler.
“Gazeteciliğin temel ilkesi; haberde objektif, yorumda özgür olmaktır.”
Bu ilkeyi en iyi uygulayan birçok gazeteci dostum oldu ama bir gazeteci dostum var ki, onun yerinin çok başka olduğunu birlikte çalışırken çok daha iyi gördüm.
“Ebru Küçükaydın…”
8 yıl süren Ekspres Gazetesi maceramdan sonra bir süre ara vermiştim.
Yaklaşık 8 ay önce Ebru aradı ve “Abi, birlikte çalışalım mı?” dediğinde (aramızda bir meseleden dolayı kırgın bir duruş olmasına rağmen) tereddüt etmeden kabul ettim.
Çünkü onu izliyordum ve Antalya yerel basınına yeni bir soluk getirdiğini görüyordum.
“Ayla Çekiç’in” bitmek bilmeyen enerjisi ve istihbarat gücüyle Ebru’nun gazetecilik donanımı birleşince “Hürses Gazetesi amiral gemisi” durumuna gelmişti.
Birlikte çalışmaya başlayınca dışarıdan gördüğümün sadece buzdağının görünen yüzü olduğunu, Ebru’nun çok daha derinlerde müthiş bir birikiminin olduğunu gördüm.
Tercihini hep halktan ve haklıdan yana kullanan ender “haysiyetli gazetecilerden” biri olması beni etkilemişti.
Kapanan bir kum ocağının kamudan alacağına işçi alacaklarından önce patronun el koyacağının haberini yapınca, yaptığı haberle bunu ters yüz etmiş ve yargı, işçi alacaklarını önceleyen bir karar vermişti.
O işçilerin teşekkür mesajlarını aldığında Ebru’nun gözlerindeki mutluluk ışığı gerçekten görülmeye değerdi.
Ebru şimdilerde siyasete girdi.
Memleketi olan Kocaeli’ne gitti ve CHP’den milletvekili adayı oldu.
Siz bu yazıyı okuduğunuzda Ebru’nun aday listesindeki yeri belli olacak.
İnanıyorum ki; Ebru, seçilebilecek bir yerden aday gösterilirse parlamentoda CHP’ye, memleketi olan Kocaeli’ne ve ekmeğini yediği, suyunu içtiği Antalya’ya ciddi katkıları olacaktır.
Ve yine inanıyorum ki; Ebru seçilip milletvekili olursa, Antalya’dan seçilen CHP milletvekillerinin sayısına Kocaeli’nden bir milletvekili daha eklenecektir.
Ebru, haysiyetli bir gazeteci olduğu gibi haysiyetli bir siyasetçi de olacaktır.
*
Fener alayı
Yılda 2 kez, 19 Mayıs ve 29 Ekim’de fener alayı korteji artık geleneksel bir hal aldı.
AK Parti’nin laiklik karşıtı kimi eylemlerine karşılık ilk kez halkın katıldığı fener alayı yürüyüşü, Akaydın’dan sonra Muratpaşa Belediyesi tarafından sürdürüldü 4 yıldır.
“Başkan Uysal’ın” hassasiyetle organize ettiği fener alayı gerçekten her yıl daha da olgunlaştı, daha da kurumsallaştı.
Bu yıl da gerçekten büyük bir katılımla gerçekleşen fener alayı yürüyüşü kimi özellikleriyle önceki yıllarda yapılandan bazı farklılıklara sahipti…
“Birincisi,” 30 gün sonra yapılacak olan cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimi nedeniyle katılım çok yüksekti ama coşkusu önceki yıllardan daha düşüktü.
Sanırım yapılacak olan seçimle ilgili kafalarda kimi endişeler taşındığından dolayı insanlar merakları ile coşku arasında sıkışmışlardı.
“İkincisi,” bu yılki kortejde önceki yıllara oranla kadın katılımcı sayısı saha fazla gibi geldi bana.
Kadınların cumhuriyete ve değerlerine sahada sahiplenme oranının yükselmesi elbette gelecek için oldukça umut vericiydi.
“Üçüncüsü,” katılımcıların büyük çoğunluğunun CHP’li olmasının yanı sıra bu yıl “Hasan Subaşı ve İYİ Parti’nin” önde gelen isimlerinin de korteje katılması önemli bir gelişmeydi.
“Dördüncüsü,” beni en çok sevindiren olaylardan birisi, bu yıl yargıç düzeyinde adliye mensuplarının da kortejde yer almalarıydı.
Geçmiş yıllarda Baro mensubu hukukçular kortejde yer alıyorlardı ama ilk kez yargıç düzeyinde katılımcıların olması bence çok önemli bir gelişmedir.
Yılda iki kez olmasına rağmen milli bayramlarda fener alayı kortejinin oluşması, kent için önemli bir dinamik ve hareketliliktir.
İnsanların Mustafa Kemal’e ve cumhuriyete sahip çıktıklarını ifade etmeleri için böyle bir alan yaratılması toplumsal dayanışmayı sağlaması açısından takdirle karşılanacak bir olaydır.