CHP’de milletvekili adaylık yarışı…
Seçim sath-ı mailine girmemizle birlikte tüm gözler cumhurbaşkanlığı seçimine çevrildi.
Çok az miktarda milletvekili seçiminin nasıl olacağı konuşuluyor.
Oysa ne kadar yetkisizleştirilirse yetkisizleştirilsin Kuvay-i Milliye ruhu ile Kurtuluş Savaşı’nı yürütmüş, cumhuriyeti ilan ederek bugünlere dek taşımış bir Meclisin hayatımızın en önemli parçası olacağı tartışılmaz bile.
Milletvekili seçimi ülkemiz için ne kadar önemliyse, Antalya için de o kadar önemlidir.
Bu dönem çıkaracağımız 16 milletvekilinin partilere göre dağılımı nasıl olmalı ve bu dönem kimler milletvekili olursa bu kent için daha faydalı olur, diye önce CHP’li kulisleri dolaştım.
(AK Parti, İYİ Parti, MHP ve HDP milletvekilliği kulis bilgilerini de ilerleyen günlerde sizlerle paylaşacağım)
CHP kulislerinde genel görüş şöyle:
Bu seçimde milletvekili adaylığı için önseçimin yapılmayacağı, il ve ilçe örgütlerinin görüşleri alınarak adayların Merkez Yoklamasıyla belirleneceği görüşü hâkim durumda.
Mevcut 5 milletvekilinden “Deniz Baykal’ın sağlık, Devrim Kök ve Niyazi Nefi Kara’nın” beklenen performansı gösterememesi nedeniyle Genel Merkez tarafından yeniden aday gösterilmeyeceği ileri sürülüyor.
“Çetin Osman Budak’ın,” Genel Başkana yakın olması ve Genel Başkan Yardımcılığı görevinde beklenenin üstünde başarı gösterdiği ve bu nedenle aday listesinin ilk sırasında olacağı CHP kulislerinde hâkim görüş durumunda.
“Mustafa Akaydın” için ise şöyle düşünülüyor:
Milletvekilliğinde bekleneni veremedi deniliyor.
Ancak bir yıl sonra yapılacak yerel seçimlerde eski büyükşehir başkanı olması nedeniyle milletvekili olarak seçim çalışmalarına ciddi katkısının olacağı bu nedenle yeni dönem aday listesinde yer alması gerektiği görüşü hâkim.
Yeni dönemde Budak ve Akaydın’dan sonra seçilebilecek sırada kimler olabilir, diye sorduğumda hemen bütün CHP’lilerin ortaklaşa dillendirdikleri tek isim; “eski İl Başkanı Semih Esen” oldu.
İl Başkanlığı görevinden ayrıldıktan sonra parti içi polemiklere girmemesi, partinin hemen her etkinliğine ciddi katkılar vermiş olması, son İl Kongresinde İl Başkanı seçilen “Ahmet Kumbul” ve ekibini desteklemesi, sempatik davranışları ve partililerle iyi diyaloglarını sürdürmesi, siyasi duruşundaki özgürlükçü tavırları Semih Esen isminin öne çıkmasında etkili olduğu ifade edildi.
Bana göre de olumlu bir isimdir Esen.
Çetin Osman Budak ve Akaydın’la iyi bir birliktelik oluşturabilir ve böylece gerek Genel Merkez siyasetinde, gerekse Antalya’nın sorunları ve çözüm yolları konusunda ekip olarak hareket edebilecek bir aday olabilir.
CHP kulislerinde bu 3 isimle ilgili genel değerlendirmeler böyle.
Ancak kulisler sadece bu kadarla sınırlı değil.
Bu dönemde aday listesinde yer alması muhtemel başka isimler de dile getiriliyor.
Doğu ilçelerinde işler bu kez çok karışık gibi görünüyor.
Serik, Manavgat ve Alanya çizgisinde Yörüklerin etkili olacağı konuşuluyor.
Bu bölgede “Rafet Zeybek, Sevindik Gizli, Asım Bozkurt, Ali Takavut” en çok isimleri zikredilen adaylar olarak öne çıkmış durumdalar.
Aday listesinde bir kadın aday olacaksa; İl Kadın Kolları Başkanı Nilüfer Deveci, İş kadını Sibel Gezen, Av. Figen Çalıkuşu isimlerinden birisinin olabileceği görüşündeler.
Meslek odaları ve sol kesimle Emek ve Demokrasi Platformunda “Vahap Tuncer” öne çıkan isim oldu.
İş dünyasının arasında yaptığım yoklamada 3 dönem ATSO’da yönetim kurulu üyeliği yapan “Mustafa İssi’nin” ismi en çok zikredilen kişi oldu.
Görüştüğüm Alevi seçmenler ise, bugüne kadar yüzbinlerce Alevi seçmenin CHP’ye oy verdiğini ama şimdiye dek tek bir Alevi milletvekilinin olmadığını, bu kez aday listesinin seçilebilecek bir sırasında Alevi bir adayın artık olması gerektiğini söylüyorlar.
Bu kesimde öne çıkan isimler ise “Prof. İbrahim Keser ve Alevi Kültür Dernekleri Antalya Şube eski Başkanı Başkanı Hakverdi Çelik…”
Batı ilçelerinde ise öne çıkan iki isim var.
“Aydın Özer ve Nusret Bayar’dan” birisinin aday listesinde yer alacağına kesin gözüyle bakılmakta.
Tabii tüm hesaplar CHP’nin yine 5 milletvekilliği alacağına göre yapılıyor.
Lakin Antalya’da milletvekili sayısı 2 arttı ve 16 oldu.
Artan bu milletvekilliğinden birsinin CHP’ye gelebileceği göz ardı edilmemeli.
Hatta siyasi konjonktür ve ülkede esecek rüzgara göre CHP 7 milletvekilliği de alabilir.
Bence hesaplarını 7 milletvekilliği üzerinden yaparsa çok da yanılmamış olur CHP
***
Seçim sonrası “nasıl bir Türkiye…”
60 gün sonra geleceğimizi oylayacağız.
Peki, bizler için gelecek ne diyor?
Bunu bilmiyoruz ve 60 gün sonra öğreneceğiz.
“Ya, aman ne güzel yönetiyorsunuz bu memleketi hadi devam edin diyeceğiz; ya da 15 yıldır bu memleketi yönettiniz lakin başaramadınız, hadi siz gidin diyeceğiz.”
Hadi devam desek de, hadi gidin desek de önümüzde yığınla sorun ve sıkıntı var.
Erdoğan’la devam halinde…
“Devam edin” denildiğinde özellikle emekçi halk için gelecek günler bence pek aydınlık değil.
İşadamlarına dönük “OHAL’i sizler için ilan ettik ve sürdürüyoruz. Bakın ne grev yapılabiliyor, ne sendikalar dik başlılık edebiliyor” diyebilen iktidarın sürmesi, daha çok yoksulluk, daha çok yokluk ve daha çok yolsuzluk anlamına gelmektedir.
Erdoğan’ın ve AK Parti’nin geçmiş performansına bakarsak; barışın değil çatışmanın, birlikteliğin değil ayrışmanın, huzurun değil gerginliğin ve korkunun hüküm sürdüğü bu sürece rağmen yine devam denildiğinde daha çok korku, daha çok zulüm, daha çok gerginlik ve ayrışma kol gezecektir ülkede.
15 yıldan arta kalan ormanlar, fabrikalar, araziler, su kaynakları, dereler, sahiller, yer altı kaynakları da rantiyeciler ve küresel sermaye tarafından talan edilecektir.
Ve daha da beteri, ayrışan toplum bu kez düşman olacaktır birbirine.
Nefret denizinde boğulmamızın yolları açılacak, güvensiz, birbiri ile konuşmayan bir toplum haline geleceğiz.
Cumhuriyetin, demokrasinin ve laikliğin elimizde kalan değerleri de berhava olacaktır.
Erdoğan’ın gitmesi halinde…
Ola ki “hadi gidin” denildiğinde ise her şey güllük gülistanlık olmayacak kuşkusuz.
Muhalefetin bu seçimdeki birlikteliğinin temel ilkesinin, “parlamenter demokrasiye yeniden dönme” olduğu her fırsatta dillendiriliyor.
Erdoğan’ın yerine seçilecek olan cumhurbaşkanı bu seçim döneminde “ülkeyi nasıl kalkındıracağını, yokluğu ve yoksulluğu nasıl bitireceğini, nerelere yol, köprü havaalanı yapacağını değil, parlamenter sistemi ve bunun erdemleri ile bu sisteme geriye dönüşü anlatacaktır kuşkusuz. “
Yani başkanlık sistemine karşı çıkan başkan adayı, olacaktır sanıyorum.
İşte asıl paradoks burada ortaya çıkabilir.
Erdoğan’ın yerine seçilecek muhalefet adayının, yeniden parlamenter sisteme dönmesi konusunda onu bağlayacak hiçbir araç ve hiçbir yaptırım yoktur.
Padişahlarda bile olmayan o müthiş gücü eline geçirdiğinde bunu “Erdoğanvari” şekilde kullanmasının önünde bir engel olmaması ciddi bir handikaptır.
Yani parlamenter sisteme dönme çabasının bir tek kişinin ahlaki ve vicdani sorumluluğuna bırakılması gibi bir açmazla karşı karşıyayız.
Şunu hatırlamakta fayda var: sosyalist Mitterand, Fransa Cumhurbaşkanı seçilene kadar başkanlık sistemine en ciddi muhalefeti yapıyordu ancak cumhurbaşkanı seçildikten sonra o yetkileri sonuna kadar kullandığı gibi önceden seslendirdiği parlamenter sisteme yeniden dönme konusunda tek bir çaba harcamamıştır.
Başkanlık sistemi kurumsallaşabilir…
İşte bu noktada yeni seçilecek cumhurbaşkanını parlamenter sisteme geçme konusunda zorlayacak tek güç, TBMM’dir.
Ama bu kez de şöyle bir sorun var; parlamenter sisteme dönmek isteyen muhalefetin, anayasa değişikliğini yapabilmesi için 600 üyeli Meclis’te çoğunluğu sağlaması gerekmektedir.
Eğer muhalefet kendi cumhurbaşkanı adayını seçtirir ama TBMM de çoğunluğu elde edemezse parlamenter sisteme dönme meçhul bir bahara kalabilir.
Bu takdirde de “başkanlık sistemi” kurumsallaşır.
Sağı-solu, çarpık yanları tamir edilir ve zaman içinde yürütülecek algı operasyonları ile bu sisteme karşı çıkanlara “ya bu sistem de fena değilmiş” dedirtilebilir.
Kısacası, Erdoğan’a ister “devam et” diyelim, ister “hadi sen git” diyelim, geleceğimiz demokrasi adına devasa sorunlar ve sıkıntılarla dolu olacaktır.
***
Toplumsal değerler ve solculuk…
CHP kulislerinde dolaşırken en çok sohbet ettiğimiz konu solculuk üzerine oldu.
Bu sohbetlerde ortaya çıkan görüşlerin toplamını şöyle dile getirebilirim.
Solcu yazar, aydın, kanaat önderleriyle alakalı sıkça dile getirilen “solcu aydınlar toplumun değerlerine uzak.” şeklinde bir görüş var:
Bu görüşü ileri süren kesimlerde bir adım daha ileri gidenler şöyle diyor: solcular bu topluma düşman.
Biraz daha ileri gidenler ise solcuları ‘devlet ve ülke düşmanı’ ilan ediyor.
Genel olarak baktığımızda solcularda zaman zaman üslup ve yaklaşım sorunları vardır, fakat ‘milletin değerlerinden kopuk’, ‘halk düşmanı’ ‘devlet düşmanı’ gibi ipe sapa gelmez ithamlarda bulunmak olacak şey değil.
Solcular neyi savunuyor, nasıl bir ülke istiyorlar?
Kimin için, neyin mücadelesini veriyorlar?
Savundukları hangi değerler halkın değerleriyle bağdaşmıyor?
Gelin birlikte irdeleyelim:
Solcular demokrasiyi savunuyorlar.
İnsan haklarını savunuyorlar…
Özgürlükleri savunuyorlar…
İnançların özgürce ifade edilmesini ve ibadetlerin özgürce yapılabilmesini savunuyorlar…
Mimari meseleleri tartışıyor, planlı şehirciliği savunuyorlar...
İşçi haklarını, işçilerin çalışma olanaklarının sağlıklı olmasını savunuyorlar
Ağaç katliamına karşı durup çevre sorunlarını dert ediyorlar…
Ülke zenginliklerinin talan edilmesine itiraz ediyorlar…
Açgözlü patronlardan emeğinin karşılığını alamayan yoksul insanların haklarını savunuyorlar.
Herkesin çocuğunun eşit eğitim aldığı iyi bir eğitim sistemi istiyorlar,
Kısacası; solcular insanların şerefli bir hayatları olmasını istiyorlar…
Peki, şimdi soralım;
Savunulan bu değerler bu toplumun da değerleri değil mi?
Toplumsal değerler denildiğinde neden aklınıza sadece namaz kılmak, oruç tutmak ve bir takım muhafazakâr kurallar geliyor?
‘Demokrasi, insan hakları, özgürlükler, hukuk, eşitlik, dürüstlük, adalet bu ülkenin ve toplumun değerleri değil mi?
Asıl sorun, sağcı siyaset esnaflarının bütün dindarları sağcılık, muhafazakârlık çuvalına doldurması ve solcuları düşman olarak göstermesidir
Oysa dindarlar, muhafazakârlar iyi bilmelidirler ki; sokuldukları o çuvalda vicdan yok.
Yaşamı dert etmek yok.
Özgürlüğü, demokrasiyi, insan haklarını önemsemek yok.
Yoksul insanların dertlerine sahiden ortak olmak yok.
İşçilerin berbat şartlarda çalışmasını sorun etmek yok.
Ülke kaynaklarının talan edilmesine itiraz etme kültürü yok.
Sadece devlet var, devleti kutsamak var.
Sağcı muhafazakârlar bırakın gelişmeyi, büyümeyi, bu değerler olmadan bir devletin ayakta kalamayacağını da göremiyorlar.
“Hukuku, özgürlüğü, eşitliği, vicdanı olmayan, yoksulun hakkını gözetmeyen, herkese eşit eğitim imkânı sunamayan, çevreyi doğayı önemsemeyen, insana değer vermeyen bir devletin ayakta kalamayacağını akıl edemiyorlar.”
Devletler köprülerle, otobanlarla, güçlü silahlarıyla var olmazlar.
“İnsana verdiği değerle, insanın huzurunu, insanın gelişmesini esas alan yaklaşımla büyürler, güçlenirler.”
Şurası iyi bilinmelidir ki; solcular, muhafazakâr değerlerin de koruyucusu ve kollayıcısıdır.
Ve solcular asla bu değerlere düşman değil, bu değerlerin de sahibidir.
***
Sabahın büyüsü…
Sabah uykusunu severim.
Ancak dün sabah bir şey beni dürttü sanki ve birden uyandım.
Müezzinin yumuşak ve ısrarlı namaz çağırıları, Konyaaltı sokaklarında dolaşmaya başlamıştı uyandığımda.
“…Esselati hayrün minen nevm…”
Hemen her sabah aksi ve yorgun uyanmama rağmen dün sabah uyandığımda ruhani bir duygu kapladı içimi…
Her zamankinin aksine hafif ve dinçtim.
Belki müezzinin mistik sesiydi beni dinginleştiren, bilmiyorum.
Sırtıma hırkamı alıp balkona çıktım ve günün ilk sigarasını yakarak sokağın o saatlerde hala karanlık olan belli belirsiz sülietine odaklandım o dingin ve ruhani halimle…
Taa uzakta, Torosların ufuk çizgisinde kirli bir aydınlık uç vermişti.
Biliyordum, her dakika bu kirlilik azalacak, daha net ve daha aydınlık bir gökyüzü oluşacak, Akdeniz mavisini daha cömertçe sunmaya başlayacaktı güneş yeni bir günü aydınlatmaya başlayınca.
Balkonun korkuluklarına yeniden yaslandığımda müezzinde çağırısını bitirdi o an.
Şimdi sessizce ezan sonrası duasını okuyordur, havada bir süreliğine asılı bıraktığı “Allah-u Ekber..” sözlerinin ardından…
Oturdum ve sabahın bu ilk anlarının sessizliğini sindirmek istedim.
İnce bir ayazın arasından varlığını ancak yanaklarımın duyabileceği kadar hafif bir esinti doldurdu çevreyi, içinde fesleğen ve sardunya kokularını taşıyarak.
Sonrasında türlü, çeşitli ve tarif edemediğim birçok koku burnuma konuk olmaya başladılar, sabahın kirlenmemiş arılığı içinde, tüm saflıklarıyla…
Bir esinti içinde birbirine karışmayan ve birbirine tutunmuş kokular…
Bir şiir lirizminde…
Bir Rönesans tablosu kadar huzur verici…
Yani, Türkiye’ydi…
Yani, Antalya’ydı…
Binbir renk, binbir kokudaki ülkem ve kentim…
Zaten Hititlerde “Bin Tanrı İli” demiyorlar mıydı Anadolu için…
Caddede giderek hareketlilik artmaya, sülietlerin yerini net resimler almaya başladı.
Egzoz kokuları sardunya kokularını bastırır oldu.
Sabahın o ilk büyüsü yerini kanlı/canlı bir hayata terk etmeye başladı.
Yeniden ruhumda aksilikler, bedenimde yorgunluklar hissetmeye başladım.
Sigaramdan çıkan duman, Aladdinin Lambasından cin çıkaran dumanın yumuşaklığındayken, zehir/zemberek bir hal almaya başladı…
Dağınık yatağım beni çağırıyor…
Biraz daha uyusam fena olmayacak zahir…