Seçim ittifakından tedirgin olmayın
AK Parti ve MHP’nin 2019 seçimlerine müttefik olarak girecek olmaları ve bunun için de seçim kanununda değişiklik yapılacak olması CHP’yi niye tedirgin etmektedir anlamış değilim.
CHP Genel Merkez kurmayları hala bir şeyi anlayamamışlarsa, eyvah…
Altını çizerek yazalım…
“AK Parti ve Erdoğan için bu yeni sistemde parlamento bir anlam ifade etmiyor…”
Çünkü yeni dönem parlamentosunun yürütme üzerinde hiçbir denetimi ve bağlayıcılığı yoktur.
İşleri yürütmek için ihtiyacı olan kanunları parlamentonun çıkarmaması durumunda da sıkışmayacaktır, çünkü elinde “Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi” gibi bir yetki var.
Yani MHP ile yapılan seçim ittifakı Erdoğan’ı yeniden cumhurbaşkanı seçtirme ittifakıdır.
Erdoğan, cumhurbaşkanı seçilirken MHP’yi de baraj tehlikesinden kurtarmış oluyorlar.
Zaten referandumda ve Adalet Yürüyüşü’nde CHP ile diğer muhalif partiler zımni olarak birlikte yürümüşlerdi.
Şimdi de aynısı olacak, “parlamenter sistemden yana olanlar ile cumhuriyetin yatırımlarını haraç-mezat satılmasına karşı olanlar cumhurbaşkanlığında muhalefetin adayına oy vereceklerdir.”
Türkiye’nin geleceği ve demokrasinin kurumsallaşması CHP ile sosyalist solun, demokrasiden, parlamenter sistemden yana olan tüm kurumların ittifak yapmasındadır.
“Bu kanun bu türden yakınlaşmanın bir fırsatı olarak değerlendirilmelidir.
Sorun, TBMM’de çoğunluğu sağlamak değil, parlamenter sisteme yeniden dönüşün yolunu açmaktır.
Bu ittifakın temeli de bu olmalıdır…”
Hayat ve siyasetin vardığı bugünkü noktada artık herkes kendi mahallesinde kalarak bir yere varamayacağını, ittifak yapan güçlerin bir gün gelip onları kendi mahallesinden de kovacağını anlamıştır.
Bu nedenle herkes kendi mahallesini tek başına koruyamayacağından, benzer mahallelerle bir araya gelebilmeleri kaçınılmazdır.
Düne kadar selamlaşmayan, hatta en ağır eleştirileri bile söylemekten kaçınmayan çevrelerin bir araya gelmeleri, birbirlerini anlamaları, birbirlerine dokunmaları için bence tarihi bir fırsat doğmuştur.
Siyah her zaman beyazı yaratır.
Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi için yapılan ittifak, (eğer diyalektik doğru işlerse) “karşı ittifakın” oluşumunu da sağlayacaktır.
Buna engel olan ya da olmaya çalışanları tarih ve bu halk acımasızca yargılayacaktır.
Bu arada belirtmek istiyorum:
Benim bir türlü çözemediğim, CHP’nin kendi sağındaki siyasi yapılara sıcak yaklaşımları olurken, ısrarla sola ve sosyalist yapıya karşı “soğuk duruşudur.”
10 milyoninsanı harekete geçiren “Gezi Protestosu,” yaptıkları muhalif sokak ve meydan eylemleri ile Halkevleri’nin, Baroların, meslek odalarının canlılığı ve kitleleri sürükleyişleri, Haziran Hareketi’nin yaratıcı muhalefeti ve protestoları, Taksim’de yaşanan 1 Mayıs kutlamalarının kitleselliği ve en son Nuriye Akman, Semih Özakça için yürütülen protest hareketler, sol ve sosyalistlerin tüm parçalanmışlıklarına rağmen hala çok ciddi bir dinamizme ve fark yaratma potansiyeline sahip olduğunu gösteren son dönem örnekleridir.
CHP ve sosyalistler aralarındaki farklılıklara fokuslanmadan, farklılıklarını koruyarak ama saygı duyarak birlikte hareket edebilme erdemini göstermedikleri sürece faşizmin her geçen gün yükselen ayak seslerini susturmaları mümkün olamayacaktır.
Mevlana’nın dediği gibi;
“Dün dünde kalmıştır cancağızım, bugün yeni bir şeyler söyleme zamanıdır…”
------------------------
İş dünyası zapt-ı rapt altın alınıyor
AK Parti Hükümeti, hayatın her alanına müdahale etme sürecinde birçok alana el attıktan sonra şimdide iş dünyasını denetim altına alma adımları atmaya başladı.
Türkiye Barolar Birliği, TMMOB ve Türk Tabipler Birliği gibi meslek odalarının demokrasi dışı olaylara karşı tutumlarından rahatsız olan Hükümetin, bu kuruluşları denetim altına almak için arayışlar içerisinde olduğu biliniyor zaten.
Özellikle sivil toplum kuruluşlarının ve meslek odalarının eleştirel-muhalif duruşunun yok edilmesi, bu kuruluşların çatlak(!) ses çıkarmaması yönünde atılan adımlardan iş adamlarının oluşturduğu sivil toplum kuruluşu olan DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) de nasibini aldı.
Ülkenin çeşitli SİYAD ve diğer iş insanı kuruluşlarının bir araya gelerek kurdukları DEİK’e müdahale edilerek “Ekonomi Bakanlığına bağlandı” ve bu müdahaleye tepki olarak da TÜSİAD, DEİK’ten ayrıldı.
Bu kuruluş, bakanlığa bağlanmakla kalmamış, yöneticilerinin de Ekonomi Bakanlığı tarafından atanması karar altına alındı.
Bu duruma kendisi de iş dünyasından gelen ve iki dönem ATSO Başkanlığı yapan, şimdi CHP Genel Başkan Yardımcılığı görevini sürdüren “Antalya Milletvekili Çetin Osman Budak” tepki gösterdi.
Ekonomi Bakanı Zeybekçi’ye hitaben yaptığı açıklamada,
“İş dünyasının gönüllü sivil toplum kuruluşu olan DEİK bir gece yarısı önergesiyle Ekonomi Bakanlığı’na bağlanıyor bu iş dünyasına büyük bir saygısızlıktır.
AKP Hükümeti, sivil topluma müdahale kapsamını genişletiyor.
İş dünyasının kendi meslek örgütlerinin seçimlerine müdahale edilmesi, yöneticilerin bakanlar tarafından atanması, bu kurumların saygınlığı ve itibarında erozyona neden olmaktadır.
AKP Hükümeti, tüm sivil toplumu dizayn etmeye çalışıyor” diyerek iş dünyasının da AK Parti’nin vesayeti, altına alınmaya çalışıldığını belirtti.
Yapılan bu uygulama izledikleri “neo liberal politikalara da ters.”
Geçtiğimiz günlerde iş dünyasına dönük bir toplantıda konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle demişti:
“Biz devlet olarak yatırım yapmayız, iş dünyasının işlerine karışmayız, biz altyapıyı ve rekabeti düzenleriz…”
Bu ifade tam da liberal ekonomi- politiği tarif ediyor lakin yapılan uygulama hiç de bu ekonomi- politiğin içeriğine uymuyor…
Siyasette ve sosyolojide tam bir muhafazakâr, hatta şoven çizgide şahin bir politika izleyen AK Parti yönetimi, ekonomide de bu noktaya doğru savruluyor.
Aslında bu çizgi tam da yeni yüzyılda küresel sermayenin istediği ve desteklediği liberal çizginin yeni dönüşümünün uygulanmasıdır.
19. Yüzyılda sermayenin henüz ulus sınırlarını aşmadığı dönemde; siyasette, ekonomik yatırım ve rekabette özgürlükçü bir anlayışı temsil eden liberalizmin, 21. yüzyılda sermayenin küreselleşmesiyle birlikte bu özelliklerinin yerine ekonomide ve siyasete baskıcı ve zapt-rapt özellikler ikame edilmiştir.
İş dünyası şunu iyi bilmelidir; bugünler daha iyi günleridir.
2019 Cumhurbaşkanlığı seçimini AK Parti’nin yeniden alması durumunda sadece emekçiler ve masum halk değil, iş dünyası da karanlık bir yatırım sürecine girecektir.
--------------
İsmail Öz’ün ısrarı anlamsızdır
Kapalı pazaryerleri yapılmadan önce haftanın her günü bir ya da birkaç mahallede pazar kurulurdu.
Pazar kurulan mahallenin hemen tüm sokaklarında pazarcılar gün boyu alış- verişlerini yaparlar, çevre mahalle halkı içinde gerçekten kolaylık olurdu.
Ancak süreç içerisinde bu durum sıkıntıları artırınca daha kolay yolu bulundu ve pazaryeri kurulan mahallede ya da yakınında kapalı pazaryerleri yapılmaya başlandı.
Öğretmenevleri ahallesi’nde Çarşamba Pazarı, Ali Çetinkaya’da Salı Pazarı, Meltem’de Perşembe Pazarı, Dokuma’da ve SSK yanında Cumartesi Pazarı ve Muratpaşa Camisi’nin arkasında kurulan Cuma Pazarı bunların en büyükleridir.
Bu pazaryerleri içinde hemen hepsi kapalı pazar yerine kavuştu.
Bir tek şehrin tam merkezindeki “Cuma Pazarı” hala sokak aralarında kurulmaktadır.
6 mahallenin alış- veriş yaptığı ifade edilen Cuma Pazarı kurulduğunda hem kurulduğu mahallede trafiği kilitlemekte, hem de çevresine araçlar park ettiği için 100. Yıl Caddesi ile Milli Egemenlik Caddesi’nde trafiği işlemez hale getirmektedir.
Bu sıkışıklık nedeniyle hem söz konusu mahalle sakinleri tarafından, hem de vatandaşlardan Muratpaşa Belediyesi’ne çok sayıda şikâyet iletilmekte ve belediyenin buna çözüm bulması istenmektedir.
Bunun üzerine belediye de önce kapalı pazaryeri kurarak sorunu çözmeye kalkar ancak söz konusu 6 mahalle içerisinde ve şimdi Cuma Pazarı’nın kurulduğu bölgede uygun bir yer bulamaz.
Bunun üzerine Cuma Pazarı’nı yakın çevredeki üç mahalleye paylaştırmaya karar verir.
Pazarcılar buna tepki gösterince Pazarcılar Odası Başkanı İsmail Öz ve yönetimi de belediyenin bu uygulamasını durdurmak için itiraz ederler.
Elbette emeği ile geçinen ve haftanın bir günü kurulan pazarda nafakasını arayan pazarcı esnafının korunması, kollanması esastır.
Lakin bir de madalyonun öteki yüzü var.
Kurulan pazar nedeniyle mahalle halkı muzdarip.
Çevre caddelerde ve ara sokaklarda trafik sıkışık.
Ve üst üste belediyeye şikâyetler yağmaktadır.
Pazarcı esnafının emeği korunarak bu sıkıntı nasıl aşılacak?
Belediye çözümü pazaryerini üç mahalleye dağıtmada bulmuş ve başkaca da çözüm görünmüyor.
Ancak Oda Başkanı İsmail Öz, yaptığı açıklamada “Cuma Pazarı en eski ve merkezi bir pazardır. Buranın dağıtılmasını doğru bulmuyoruz. Farklı projelerle bu pazar yeri daha güzel bir yere dönüştürülüp sorunlar aşılabilir” demiş…
Demiş ama bu ”farklı projelerin” neler olabileceğini açıklamamış.
Eğer belediyenin önerdiği çözümden başka bir çözüm projesi varsa bunu kamuoyuna açıklaması gerekmez mi?
İsmail Öz, esnafını korumayı düşünürken aynı zamanda bu çevredeki yaşam ritminin bozulmamasını ve trafik sıkışıklığının giderilmesini de düşünmelidir.
--------
Silahlar nasıl kaybolur?
İnsanlar sürekli bir şeylerini kaybederler…
Kimi parasını, kimi karısını, kimi çocuklarını kaybedebilir…
Kimileri ailesini, kimileri eşini- sevgilisini, kimileri anasını-babasını kaybedebilir…
Kimileri göz sağlığını, kimileri beden sağlığını ve hatta kimileri akıl sağlığını kaybedebilir…
“Kısacası, insanlar bir şeyleri kaybedebilir ancak devletin bir şeyleri kaybetmesi mümkün değildir..!”
Ve bu nedenledir ki; İçişleri Bakanlığı’nın yayınladığı 2017 faaliyet raporunda “106 bin 740 silahın kaybolduğunu belirtmesi” karşısında şaşkınlığa düştüm.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 5’te 1i’ni donatacak silahın “kaybolduğunun” açıklanması son derece ürkütücüdür.
Bu silahlar neredeydi ki kaybolduğu ilan ediliyor?
Emniyet Müdürlüğü envanterinde miydi, TSK’nın cephane depolarında mıydı, yoksa Kırıkkale Silah Fabrikası’nın depolarından mı kayboldu?
Ya da sivil vatandaşa ait silahlar mı çalınıp, kayboldu?
Her ne şekilde olursa olsun söz konusu sayı tüyler ürpertici..*
Bireysel silahlanmanın dehşet verici boyutlara ulaştığı Türkiye’de bir de 106 bin silahın “kaybolduğunu” ilan etmek toplumun can güvenliğinin tesadüflere kaldığını göstermez mi?
Hele ki, toplumun siyasal olarak yarıldığı, fay hatlarının daha da derinleştiği bir dönemde bu türen açıklamalar güvenlik tehdidini üst düzeye çıkarmaz mı?
Bunlar yetmezmiş gibi Milli Savunma Bakanı Nurettin Canikli’nin “15 Temmuz darbe girişimi sırasında kaybolan silahların arandığını” açıklamasının kaybolduğu ileri sürülen 106 bin silahla bir ilgilisi var mı?
Ankara’da bir cinayet sanığına, hâkimin “silahı nereden aldın?” sorusuna “15 Temmuz günü dağıtıyorlardı ben de aldım” demesinin kaybolduğu ileri sürülen silahlarla bir alakası var mı?
Nerede bu silahlar, bir bilen yok mu hala?
Bu nasıl devlet yönetmek?
Bu nasıl toplum güvenliğini sağlamak?
Bir yandan kandırılıp aldatılıyoruz, bir yandan devletin namusuna emanet ettiğimizi silahları kaybediyoruz sonra da dönüp “devleti biz yönetiyoruz” diyebiliyoruz…
Yani, saldım çayıra mevlam kayıra diyen çoban gibi…