Haftanın sözü…
Geçen hafta Prof. Tuncay Neyişçi ,Tünektepe Projesi ile ilgili yaptığı açıklamada şunları söyledi:
"(Bu proje) Beydağları’nın beyliğine, Toros (Boğa) Dağları’nın asilliğine, Akdeniz’in bilgeliğine yakışıyor mu?"
Teşekkürler Neyişçi, bu garabetle ilgili bundan daha güzel bir anlatım olamazdı.
--------
Türel’in müjdesi
Söylenceye göre, masa, masa dolaşarak Aksu’nun Çalkaya bölgesindeki mülkiyet sorununu Türel çözmüş…
Peki, neyi çözmüş?
Çalkaya’da yılan hikâyesine dönen 14 bin dönümlük arazi için Aksu ve Büyükşehir Belediyeleri ile Maliye Bakanlığı arasındaki anlaşmazlıkları sulhname yaparak Bakanlar Kurulu onayı ile çözmüş…
Aralık ayının 2. haftasında yayımlanan “Haftanın Panoramasında” bu konuyu irdelemiş ve bazı sorulara cevap aramış, bazı iddiaları da gündeme getirmiştim…
Bu iddialarıma ne Aksu Belediyesi’nden ne de Antalya Büyükşehir Belediyesi’nden bir açıklama gelmedi.
Ben yine de kamuoyu adına bu sorularımı ve iddiaları yeniden soruyorum…
Geçtiğimiz yıl, Çalkaya’nın en gözde alanı olan Diştaş Mevkii’ndeki 2B ve sarı alan denilen araziler Orman Bakanlığı tarafından Aksu Belediyesi’ne dönümün rayiç bedeli olan 8 milyon TL üzerinden satılır. Ancak bu parayı Aksu Belediyesi yerine ünlü bir inşaat firmasının sahibinin yatırdığı iddia edilmektedir…
Eğer bu iddia doğru ise, bu işadamı bu arazilerle ilgili parayı neyin karşılığında yatırmıştır?
Maliye Bakanlığının, Aksu Belediyesi’nden mahkeme kararlarıyla kesinleşmiş 60 milyon TL alacağı vardır. Türel’in onaylattığı sulhname de Maliye Bakanlığı bu alacağına karşılık Çalkaya’dan verilecek 300 dönümlük araziyi ilerleyen günlerde Büyükşehir Belediyesi’ne hibe edecek midir?
Aksu Belediyesi’nin mülkiyetinde bulunan ve denize sıfır konumdaki 150 dönümlük arazi neden ve neyin karşılığında Büyükşehir Belediyesi’ne verilmiştir?
Bu 150 dönümlük arazi de kentsel dönüşüm kapsamında mı planlanacak yoksa bu arazi için özel bir planlama mı yapılacak?
Türel, onaylanan sulhname ile Hazine adına tescilli arazilerin kullanım hakkının Büyükşehir Belediyesi’ne geçtiğini ve bu alanı kentsel dönüşüm kapsamına alacağını ifade ediyor.
Bu kararla burada hak sahibi olan binlerce insanın mağdur edileceği aşikârdır.
Bakın buranın kısa tarihçesini yazarsam daha iyi anlaşılacaktır durum:
Bu arazi çok önceleri Ahmet Tekelioğlu isimli şahsın tapulu malıdır.
Şahıs, araziyi kafasına göre parselleyip 1942 yılından 1961 yılına kadar bölgedeki insanlara “tapu devri” yoluyla satmış.
Oysaki 1946 yılında yapılan ve kesinleşen Orman Tahdidine göre bu arazilerin “orman sayılan yerlerden olduğu” tespit edilmiş ama her ne hikmetse devletin “tapu dairesi” bundan bihaber olarak bu yere ait kayıt ve sınırlarda “1961 yılına kadar tapu satışına müsaade ederek, tescil işlemi yapmış.”
1961 yılında kadastro yapılmış ve hemen herkes tapu sahibiyken çok az insana tapu verilmiş, Tabii bu kadarla kalınmamış...
Sonrasında 1967 yılında aynı saha makilik saha dışına çıkarılarak yeni kadastro çalışması başlatılmış, 6831 sayılı kanun kapsamında ancak 3302 sayılı kanunun 2B maddesinin uygulanması ile “orman dışına çıkarılan sahada” kaldığı tespit edilmiş.
1976 yılında da “tapulu malımız” diye bildikleri tüm bu yerlerin tamamı Hazine adına tescil edilmiş.
Ve binlerce insan ellerinde devletin verdiği geçersiz tapuyla kalakalmışlardır…
Türel, Aksu Belediyesi’ni sulhname ile temize çıkardığı gibi binlerce insanında haklarını verecek bir sulhname daha yapmalıdır kanımca…
--------------------
Laiklikten taviz verilemez..!
Geçen hafta laiklik ilkesinin Anayasa’ya girişinin 80. yıldönümüydü.
Devletin ve toplumun yaşayışını temelden değiştiren bu ilkenin yıldönümü ne cumhurbaşkanlığınca, ne hükümet düzeyinde, ne kamu kurum ve kuruluşlarınca yeterli derecede anıldı, ne de toplum içinde bununla ilgili bir heyecan oluştu.
Oysa Anayasamızın 2. maddesi cumhuriyetimizi “Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı LAİK, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olarak tarif eder.
Yani laiklik asla vazgeçemeyeceğimiz temel ilkelerimizdendir.
Ama buna rağmen asıl anlamı en az bilinen ve üzerinde en çok tartışılan ilkedir.
“Örtünmek laikliği yok eder ya da laiklik var arkadaş ben içkimi içerim” denilecek kadar anlamsızlaştırılan laiklik ne kadınların örtünmesi ile tarif edilebilir, ne de içki içme hakkı ile...
Kimi zamanda seküler anlayışla karıştırılmaktadır…
Peki, nedir laiklik?
Basitçe söyleyecek olursak;
“Toplumların ve devletin değişmez ve değiştirilemez ilahi yasalarla değil, insanların yaptığı ve adına kanun denilen, çağın ve zamanın gereklerine göre de değişebilen, değiştirilebilen kurallarla yönetilmesidir…”
Binlerce yıl kutsal kitapların anayasa olarak kabul edilerek, dini kurallarla yönetilen devletler ve toplumlar Fransız İhtilalı ile beraber “teokrasi” denilen bu yönetim biçimini terk ederek, seçilmiş insanların oluşturduğu meclislerin hazırladığı anayasa ve kanunlarla yönetilmeye başlamıştır.
Böylece devlet yönetiminde dinin etkileri, gücü kaldırılmıştır.
Devleti yönetenler, ilahi yasaları ve dinin kurallarını değil, insanların hazırlayıp, toplumun onayına sundukları yasaları referans almak zorunda kalmışlardır.
Eğer bir devlet başkanı ya da yöneticisi, bir olayla ilgili alacağı tedbirleri anayasa ya da kanunlara göre değil de dinin kurallarına göre alır, ayet ve hadislerle çözümlemeye kalkışırsa devletin laiklik özelliği ciddi yaralar alır.
Ya da bir devlet yöneticisi kendi inancından olmayanlara karşı ötekileştirici bir tutum ve eylem içinde olursa yine laikliğin gereğini yapmamış olur.
Bu nedenle laiklik; özellikle bizim gibi inanç ve etnik çeşitliliği çok olan toplumları bir arada tutan ve herkesin birinci sınıf vatandaş olmasını sağlayan tutkaldır.
Tabi olayın izahını sadece bununla sınırlandırmak laikliği yeterince anlatamamak demektir.
Laiklik, sadece devlet yönetiminde dinin ayrılmasını sağlamakla kalmamış, özgürlük alanlarının gelişmesi ve demokratik hayatın ilerlemesi ile beraber “inanç ve vicdan özgürlüğünü” sağlayarak, dinlerin de koruma altın alınmasını sağlamıştır.
20. Yüzyılla beraber özgürlük alanlarının gelişmesi, insanların tarihsel süreçte yaşadıkları sınıf savaşı sonucu elde ettikleri temel haklar, demokratik hayatın da gelişmesini sağlamış ve devletlerin yönetiminde laiklik, demokrasi ile birlikte anılır hale gelmiştir.
Adeta birbirlerini bütünleyen iki temel ilke olmuştur laiklik ve demokrasi…
Kısacası, laiklik çağdaş ve modern olmaktır…
Laiklik, özgürlüktür…
Laiklik, insanca yaşamaktır…
Laiklik, inançları korumak ve saygılı olmaktır…
Laiklik, din, dil, renk farkı olmaksızın her insanın fırsatlarda ve kanunlar karşısında eşit olmasıdır…
“İşte bu nedenlerle 5 Şubat 1937 yılında Anayasamıza eklenen laiklik ilkesi, bana göre Atatürk’ün cumhuriyetle beraber en büyük devrimidir…”
------------
Antalya Barosu’nu kutluyorum
Antalya Barosu’nun, OHAL ve KHK’larda hukukun üstünlüğü ve insan haklarının ihlal edildiğinin tespit edilmesi amacıyla Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru ne yazık ki reddedilmiş ama Baro, bu kez bu tespitin yapılması için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne başvurusunu yapmış.
“Antalya Baro Başkanı Polat Balkan’ı” ve baro yönetimini bu girişiminden dolayı kutluyorum…
Geçtiğimiz günlerde Türk Tabipler Birliği bir bildiri yayınladı ve kıyamet koptu…
Birliğin tüm yönetimleri gözaltına alınıp sorgulandı.
AK Parti çevrelerince ve havuz medyası tarafından neredeyse vatan haini ilan edildiler…
Sadece bununla kalınsa iyiydi…
Her kim ve kuruluş TBB’nin açıklamasına destek vermişse onlarda okka altına sürüldüler…
Ancak savcılar yapılan açıklamada her hangi bir suç unsuru bulamadıklarından serbest bırakıldılar ama bu tavrı asla kabul edilemez olarak gören AK Parti çevreleri illa da bu kuruluşlara bir ceza(!) verilmesi gerektiğini düşündüklerinden “TBB’nin başındaki Türk sözcüğü ile Türkiye Barolar Birliği’nin başındaki Türkiye sözcüğünün kaldırılması gerektiğini ifade ettiler…”
Ayrıca avukatların ve hekimlerin mesleklerini yapabilmeleri için bu kuruluşlara üye olma zorunluluğunun da kaldırılması gerektiği görüşünde olduklarını açıkladılar.
Birincisi, bu kuruluşların başındaki Türk ve Türkiye sözcüklerinin kaldırılması ile bu kuruluşlar ne kaybedecekler? Hiççç…
Peki, bu sözcükleri kaldırırsanız sizler ne kazanacaksınız? Hiççç…
Bu kuruluşların gücü başlarındaki sözcüklerden değil, tabandan kendilerine verilen iradeden kaynaklanmaktadır…
Bu kurumları yönetenler atanan kayyumlar gibi davranmazlar…
Çünkü onlarda tıpkı sizler gibi sandıktan seçilerek çıkmış kadrolardır…
İkincisi, avukatların ve hekimlerin mesleklerini yapmaları için bu birliklere üye olma zorunluluğunu kaldıracağınızı düşünüyorsunuz…
Peki, büfecilerin ‘Büfeciler Odası’na, börekçilerin ‘Pastacılar Odası’na, kuaförlerin ‘Berberler Odası’na mesleklerini yapabilmeleri için zorunlu üye olmasını da kaldıracak mısınız?
İş adamları Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği’ne üye olmadan yatırımını yapabilecek mi?
Meslek odalarına üye olmayan iş adamlarına ve esnafa işini yaptırmazken, avukatların ve hekimlerin mesleklerini yapabilmeleri için odalarına üye olma zorunluluğunu kaldırmayı nasıl düşünüyorsunuz?
Demokrasi örgütlü toplum demektir.
Peki, örgütsüz bir toplum yaratabilmek için 12 Eylül darbesinden bu yana yapılabilecek her şeyi yaptınız ve hala da yapıyorsunuz, sonrada çıkıp “Türkiye’de demokrasi sorunu yoktur” diyebilir misiniz?
Eğer bir ülkede çıkar gruplarının örgütlenmesi ve ülke meselelerinde görüşlerini açıklaması engelleniyorsa, kişilerin ve grupların ifade özgürlüğü kısıtlanıyorsa o ülkede demokrasiden söz edilemez…
---------------
“Görünmez elleri” durduramadık
Geçen hafta haberlerde izlemişsinizdir, bir özel şirket olan Amerikan uzay aracı ve roket üreticisi SpaceX'in, Falcon Heavy roketi fırlatıldı.
Fırlatma sonrası kapsülden ayrılan roketler, birçok kez daha kullanılmak üzere Dünya'ya döndü.
Roketlerden ayrılan kapsül, kırmızı renkte bir spor otomobil de Mars'a doğru götürmeye devam ediyor.
Bu haberleri izlerken aklıma Ermeni asıllı Türk vatandaşı olan “Kirkor Divarcı” geldi.
Bundan 60 yıl önce, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki uzay yarışından etkilenen Kirkor ve arkadaşları Bandırma’da “Füze Kulübü” kurarlar.
Bir füzenin teknik çalışmalarını yapar ve bunu İstanbul Teknik Üniversitesi’ne gönderirler.
Teknik Üniversite bu çalışmayı onaylar.
Kirkor, bu kadarla yetinmez, bu kez çalışmalarını Genel Kurmay’a gönderir.
Genel Kurmay da yapılan roket çalışmalarını onaylar ve harekete geçilmesi için her türlü desteği verir.
Bunun üzerine Kirkor ve arkadaşları Marmara 1 adını verdikleri ilk füzelerini yapar ve Genel Kurmay’ın gözetiminde fırlatırlar.
10 bin metre yükseğe çıkan füze atışı başarılı olur.
Bunu Marmara 2, Hürriyet1 ve Hürriyet2 füze denemeleri takip eder…
Bunlarda da başarı sağlanır…
Ancak son denemeden sonra “görünmez bir el devreye girer” ve tüm füze çalışmalarının ve projelerin olduğu Kirkor’un Bandırma’daki evinde yangın çıkar(!)
Arkasından Kirkor’a destek veren tüm kuruluşlar desteklerini çekerler…
Kirkor ise, kaybolur(!) ve bir daha kendisini ne gören, ne de arayan olur…
Eğer o “görünmez eli” o gün durdurabilseydik bu gün SpaceX şirketinin yerine biz o roketi fırlatmış olacaktık beklide…
Bilinen ama bilinmezlikten gelen bu faili meçhul(!) karanlık sürecin işlemesine engel olsaydık bugün hava savunmamız için milyonlarca dolar harcar olmayacaktık.
1926 yılında Kayseri’de Atatürk tarafından kurulan uçak fabrikamızda 1950 yılında ABD’nin uçak ve uçak motorlarını Marshall yardımları sonucu bedelsiz vermesi sonucu kapatmıştık.
Yerli otomobil ve lokomotiflerin üretilmesi için kurulan fabrikalarımız da maalesef “görünmez ellerin” çabaları sonucunda kapatılmıştır.
Anadolu insanının emeği ve zekâsıyla başaracağı bilimsel ve teknolojik çalışmalar durdurulduğu ve geliştirilmediği içindir ki bugün demokrasimiz kör/topal durumdadır…