Annemle, ağabeyimle, yengemle telefonla konuşuyoruz. Ben Antalya’dayım. Onlar Ankara’da… Ezelden beri telaşlıdır, telaşlanınca bastığı yeri görmez babam ama içimize kurt düşmeye başladı. Babam ağrılardan huzursuz, doktor doktor geziyordu. Yataktan çıkmaz oldu, depresif bir hali vardı. Annem onun bu hallerinden huzursuz. Çok güvendiğimiz bir doktor var, ağabeyim babamı ona götürdü.
* * *
Doktor, ileri tetkikler istedi. Ağabeyim aradı, konuşurken “Doktor istediği tetkiklerin yanına ALS? yazmış” dedi. Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Biliyorum onu! Suna Kıraç’ın yazmaya başladığı, ALS’ye yakalandıktan sonra eşi İnan Kıraç’ın tamamlayıp yayınlattığı “Ömrümden Uzun İdeallerim Var” adlı kitapta okumuştum. Bir de efsane fizikçi Stephen Hawking var. 100 bin kişide bir görüldüğünü biliyorum. Hastaların tek ortak özelliği stresli kişiler olmaları. Sebebi yok, ilacı yok, tedavisi yok. Yakalandıktan sonra ortalama ömür 4 yıl. Son soluğa kadar beyin tıkır tıkır çalışıyor ama kıpırdayamıyorsun, konuşamıyorsun, yutkunamıyorsun. İnsan kendi bedeni içinde tutsak.
* * *
İki ayrı doktor tarafından, iki ayrı sağlık merkezinde ileri tetkikler yapıldı. Soru işareti kalktı. O üç harf; ALS kaldı! Yaşamımı harflerden, sözcüklerden, kelimelerden, cümlelerden kazandım hep. Öyle severim ki onları… Oysa o 3 harften nefret ettim. Geldi babamı buldu pis harfler. İnternette geziyoruz; çare, ilaç, bir doktor, bir umut… Yok! Annem, babama hastalığından söz edeni akrabalıktan reddedeceğini söyledi. “Bilirse 4 yıl bile yaşamaz” dedi. Biz geri kalanlar, bilsin ki hazır kıpırdayabiliyorken yapmak istediği ne varsa yapsın istiyoruz. Ama yüreğimizin bir yanı anneme hak veriyor. Doktorumuz, piyasada bir takım insanların bir takım otları vesaireyi çare diye sattığını anlattı. “Fiyatı makul olanları, zararsız olanları deneyebilirsiniz” dedi. O denli umutsuz!
* * *
Babam, kemik kanserine yakalandığını, bizim ondan sakladığımızı düşünüyor. Bizde yalan gırla! Kimden duymuşsa, kapari yemenin iyi geldiğini duymuş. Peki! Hemen Burdur’dan 5 kiloluk bir bidon ile yolladım. Sabah, öğle, akşam kapari yedi. Ben yaşamımda bir kez başkalarının parasını, varlığını kıskandım. Allah da, Koç ailesi de affetsin. Suna hanımın başında geceli gündüzlü 6 hemşire olduğunu, yüzmeyi çok sevdiği için tekneyle açılıp onun denize girmesini sağladıklarını yazmış İnan Kıraç… Gezmeyi tozmayı geçtim, biz babamı nasıl rahat ettireceğiz? Böyle bir hastalığa bizim gibi orta gelir düzeyindeki insanların parası mı yeter?
* * *
Bizim için gözyaşı ve çaresizlik günlük yaşamın parçasıydı artık. Babam yazlık evimizin bahçesinde düştüğünde, o yılki doğum gününde annemin hediyesi bir bastondu. ALS teşhisinden bir yıl sonra doktora yeniden gittik. Babamın kol ve bacakları hala tutuyor, hala yutkunuyor, konuşabiliyordu. Doktor da şaşkındı. İleri tetkikleri yinelemeye karar verdi. Tetkiklerde ALS belirtileri bulunamadı. Bana göre bu hastalığın milyonda bir gerçekleşen mucizesi oldu ve hastalık belirtileri geriledi. Annem ve ağabeyim ise yanlış teşhis olduğunu düşünüyor. Neyse ne! Sadece adı ve ihtimali bile bizi bu hale getirdi. Yıllardır o günleri unutmaya çalışıyoruz. İnsanlar başlarından bir kova buzlu su döküp ALS hastalarına bağış yapmaya başladığı günden beri bunu başlatanlara milyonlarca dua ve iyi dileklerimi yolladım ama şu satırları yazabilecek gücü bulamadım.
Çünkü ALS’nin adının yaşamımıza girdiği günlerde benim kovamda kaynar su vardı. Hala hissedebiliyorum acısını… Bu farkındalık kampanyası sürerken Koç ailesi nerede diye düşünüyorum bir yandan da. Duyarsız kalmadıklarını biliyorum. Kıraç çiftinin kızı İpek, annesine bir çare bulabilmek için biyoloji eğitimi aldı, araştırma çalışmalarına katılıyor mesela. ALS ile ilgili araştırma yapan bir merkeze bağış yaptıklarını da biliyorum. Koç ailesinin bireylerinin başlarından aşağı buzlu su dökmelerini de beklemiyorum. Sadece neden hiç sesleri çıkmıyor diye merak ediyorum. Tam da şu günlerde bilgi ve deneyimlerini niye paylaşmıyorlar diye merak ediyorum.
Yorumlar
Kalan Karakter: