İnsanoğlunun hırsları vardır. Kazandıkça hep daha fazlasını kazanmak için ömrü boyunca çalışır durur. Ama bir de hayatın en başından kaybedenleri vardır. Boşa koysa dolmayan, doluya koysa almayan insanlar... Hayatın iki kanadındaki bu insanların yaşadıkları, gezdikleri yerler, yedikleri yemekler farklıdır ve görünmeyen bir çizgiyle ayrılmış gibidir. Hayatın olağan akışında bir araya gelmeleri imkansız değil ama çok zor olan bu iki kanat Livaneli'nin 2006 yılında yayımlanan romanında bir araya geliyor. Bir uşak olarak hayatını geçirmesine rağmen oğlu Ömer'i en iyi şekilde yetiştirmeyi başaran Ali Yekta Bey, karısı Necla'nın hırsları içinde boğulmuş Ömer, anılarıyla ayakta duran Leyla Hanım, gazeteci Yusuf ve Almanya'da babasının baskısından kaçarak Türkiye'ye gelip ayakta durmaya çalışan Rukiye (Roxy)... Hepsinin içinde olduğu bir hikayeyi hayal edebiliyor musunuz?
İSTANBUL ROMANI
Çalkantılı işgal yılları... İstanbul yabancı askerlerinin ayaklarının altında her geçen gün biraz daha karmaşık bir hale gelmektedir. Böyle bir ortamda geçen romanın ana kahramanı Leyla Hanım, yalıda yaşayan bir paşanın torunudur. Annesi bir İngiliz subayıyla yaşadığı yasak aşk sonucunda Leyla'ya hamile kalınca, paşanın ailesi bir yaprak dökümüne girmiştir. Annesinin kendisini doğururken ölmesi, paşa dedesinin de yıllarca yaşadığı utanca dayanamayıp ölmesiyle birlikte anneannesiyle bir başına kalan Leyla, zamanla yalıyı da kaybeder. Yalının bahçesindeki müştemilatta yaşamaya başlayan Leyla, anneannesinin de ölmesiyle büsbütün yalnız kalır. Zengin bir işadamı olan Ömer ve karısı Necla'nın yalıyı satın almasıyla müştemilattan da atılan Leyla Hanım'ı, hayatında hiç görmediği ilginçlikler beklemektedir.
YALIDAN CİHANGİR'E
Evinden atılmasıyla kendisini ayakta tutan anılarını da kaybeden Leyla Hanım, çocukluğundan tanıdığı ve gazetecilik yapmaya çalışan Yusuf'un ısrarları üzerine, Cihangir'e, Yusuf'un küçük evine gider. Ancak burada kendisini mutlu insanlar beklememektedir. Bir yandan Almanya'da yaşadığı zorlukların ardından kendini Türkiye'ye atan, ancak burada da hayata tutunmayı başaramayan Rukiye'nin nefretiyle mücadele etmeye çalışırken diğer yandan da Cihangir'in izbeliğine alışmak zorundadır. Ancak beklenmeyen olaylar sonucunda Leyla Hanım kısa sürede Rukiye dahil pek çok kişinin saygısını kazanacaktır.
PSİKOLOJİK TAHLİL
Osmanlı Devleti döneminin sonlarına rast gelen dönemin anlatıldığı romanda yazar, okuyucuyu her karakterin hayatının derinliklerine indiriyor. Tüm karakterlerin uzun uzadıya, okuyucuyu sıkmayacak şekilde anlatıldığı romanda, psikolojik tahliller önemli bir yer tutuyor. Birbirinden farklı kaderlerde yaşayan insanlar bir ataya gelirken, her birinin yaşadığı buhranları, hissettiği duyguları okuyucu da aynı şekilde hissedebiliyor. Burada Livaneli'nin yazma becerisini kutlamak gerekiyor.
LİVANELİ'NİN TARİH TUTKUSU
Romanlarını ve yazılarını okuyanlar Livaneli'nin tarihe derin bir tutku ve sevgi duyduğunu biliyordur. Konstantiniyye Oteli ve Serenad romanlarında gördüğümüz gibi, Leyla'nın Evi romanında da olay örgüsü tarihsel bir gerçeklik etrafında dönüyor. Bu yönüyle yazar bir yandan farklı duygularla okuyucuyu derinden etkilerken diğer yandan tarihsel bilgiler vermeyi de ihmal etmiyor.
NOT: Leyla'nın Evi zaman zaman Türkiye'nin farklı bölgelerinde tiyatro sahnesinde sergileniyor. Nedim Saban tarafından piyesleştirilen Leyla'nın Evi oyununa denk gelirseniz, mutlaka izleyin. Pişman olmayacaksınız.
KİTAPTAN...
Şairlerin söylediği gibi, "Paris güzel bir salon, Londra güzel bir park, Berlin güzel bir kışla ama İstanbul güzel bir şehir" idi.
Son yıllarda farkına vardığı ve üzerinde kafa yorduğu önemli bir görüşü vardı Leyla Hanım'ın. İnsanlar yaşlanıyordu, bunun ayrıcalığı yoktu ama yaşlanan insanların bir kısmı ise olgunlaşmadan ölüyordu. Bunun püf noktası ise bir insanın "Nasıl görünüyorum "sorusundan, "Nasıl görüyorum? "aşamasına geçmesiydi.
Bir noktada insan artık yarışta değil jüride olmalıydı, altın değil sarraf kimliğine bürünmeliydi, değerlendirilen değil değerlendiren konumuna geçmeliydi. Olgunlaşma bu demekti.
Sana hep söyledim. Para mühimdir ama her şey demek değildir. O parayı asaletle, yerli yerinde, bir bey gibi kullanmayı bilmek ve girdiğin her yerde hürmet telkin etmek şarttır.
Çocukluğundan beri içine yerleşmiş olan "insanlar kötüdür" inancı değişmeye başlamıştı; yine dünyanın kötü ve acımasız bir yer olduğunu düşünüyordu ama demek ki tek tük de olsa bazı iyi insanlar bulunabiliyordu.
Yorumlar
Kalan Karakter: