***Yayınevi ilk kitabı Lavanta Kokusu’nu eve yollamış. O gün gece yarısına kadar çalışmak zorunda. Minik yeğeni Hazel, koliyi açıp bir kitap almış kucağına. O anı fotoğraflayıp yollamış aile bireyleri. Beş saat o fotoğrafla yetinmiş
YEŞİM ERSOY
Antalyalı gen yazar Senem Tekinkoca’nın ilk kitabı Lavanta Kokusu basıldı. İkinci kitabı Han, baskı aşamasında. Üçüncü kitabını -ki henüz adı bile yok- yazıyor. Yaşadığı ya da tanık olduğu şeyleri yazabilecek kadar cesur bir kadın olmadığını söylüyor. Genellikle bir mekanın onu bir anda içine almasıyla başlıyor kitaplarının ortaya çıkış öyküsü. Lavanta Kokusu, Kaleiçi’nde gezerken gördüğü mavi bir kapıdan esinlenmesiyle yazılmış. Han ise bir arkadaşıyla ilk kitabın kutlaması için gittikleri bir han içindeki kafede doğmuş.
Tekinkoca, Han’ı yazmaya başlıyor. Yaklaşık 150 sayfa şekillenmiş ki Makedonya’ya, Üsküp’e gitmeye karar vermiş. Orada Kurşunlu Han’ı ziyaret etmek istemiş. Kapı mühürlü! Görevliyi bulmuş, açtırmak için. Kapıyı açamayacağını söylemiş görevli çünkü orası bir cinayet mahalli imiş. Bir hayat kadını orada öldürülmüş. Daha da 4 ay mühürlü kalacakmış.
Gerisini anlatıyor:
“O durum hayal gücümde bir yeri tetikledi. Bir yetimhaneye gittim. Yetim çocuklar üzerine kurdum. Kan bağı olmayan insanlar bir araya geldi. Gerçeklik payı ne? O cinayet dışında hiçbir şey gerçek değil aslında. Antalya’ya döndüm, o 150 sayfayı çöpe atıp yeniden yazmaya başladım.”
Peki ya Lavanta Kokusu? “Lavanta Kokusu’nda da aynı şey vardı. Bazen bir yerden esinlendiğiniz, bazen bilinçaltınızdan gelen şeyler sürüklüyor ve bambaşka bir hikaye çıkıyor O bir Antalya öyküsü. Okurken Antalya’da çok fazla yer görürsünüz. Bir gün Kaleiçi’nde yürürken mavi kapılı bir ev gördüm. O kapı beni garip bir şekilde etkiledi. Önünde durdum. O kapıdan içeri girdiğimi hayal ettim. Bir Madam Lanua karekteri var mesela. O dönem Opera’da çalışıyordum, oradan o kadının sahne kıyafetleri diktirdiği gibi bir hayal geldi. Ondan sonra yazmaya başladım. Lavanta Kokusu’nda da Han’da da başladığım zaman sonunu bilmiyordum” diyor.
Şimdilik iki isim üzerinde durduğu üçüncü kitabında da hayal gücü aynı yola çekmiş onu. Erkek arkadaşı Fırat ile Ankara Kalesi’nde dolaşırken çok heybetli eski bir bina görmüşler. Bina yanmış ve terk edilmiş. Fırat binanın fotoğraflarını çekerken kendisi yeni bir kitap kurguluyormuş. “Baktım, o kararmış duvarların arasında bir kitap gizli diye düşündüm. Ondan sonra da yazmaya başladım” diye anlatıyor.
BEŞ SAAT FOTOĞRAFA BAKTI
Lavanta Kokusu, 2013 yılı Kasım ayında basılmış. Altı ay hiç kafayı kaldırmadan yazmış. 2-3 ay da basım aşaması sürmüş. Sonunda yayınevinden haber gelmiş, ilk baskıdan bir koli kitabı ev adresine yolladıklarını söylemişler. Tam o sırada da Antalya Piyano Festivali’nin organizasyonunda çalışıyor. Yoğun işinin arasında ikide bir evi arayıp kolinin gelip gelmediğini soruyormuş. Şimdi 2 yaşında olan yeğeni Hazel o sırada 1 yaşına yakınmış. Koli akşamüzeri saat 18.00 sıralarında gelince Hazel açmış. Aile bireyleri de kitaplardan birini kucağına koyup çektikleri fotoğrafı yollamışlar. Durup durup fotoğrafa bakarak gece yarısına kadar çalışmış. O gün çalışmak azap gibi gelmiş, beş saat boyunca kafası evde, bedeni konser salonunda…
TEK İSTİSNA BONCUK
Yazmak zor iştir. Bazen bir sözcük için kıvranır insan. “Takıldığın zaman ne yaparsın” diye soruyorum. “İki satırı üst üste yazamadığım zaman canımı sokağa atarım, yürürüm. Çünkü sokak, beni besliyor. Ama yalnız olacağım” diyor. Kitaplarını yazarken de sessizliği tercih ettiğini biliyorum. Televizyonu, cep telefonunu kapattığını…
Ama yazdığı masanın üzerinde bir kafes içinde bir muhabbet kuşu duruyor. 10 yıldır birliktelermiş. Mavi renkli erkek muhabbet kuşunun adı Boncuk. Eskiden pek konuşkanmış ama şimdilerde “Aşkım” ve “Seni seviyorum” diyormuş sadece. Karanlıkta kalırsa, ortam sessiz olursa psikolojisi bozulan; evde kimse olmadığında mutlaka televizyonun sesinin açılması gereken Boncuk, o yazarken saatlerce çıt çıkarmadan otururmuş.
BARDAĞI MUTFAĞA BIRAKMIYOR
“Yazma yöntemlerini birilerinin deneyimlerinden yola çıkarak mı buldun yoksa tamamen kendini dinleyerek mi” diye soruyorum. Şöyle yanıtlıyor:
“Yazma teknikleri var. Onları biliyorsun, öğreniyorsun. Tıpkı gazetecilikteki 5 N 1 K gibi. Ancak bunun dışında kesinlikle kendi tarzımı koymayalım. Sizin için uygun olan yöntem bende işe yaramıyor çünkü. İnsanın başkasına benzeme kaygısı olmamalı. İnsan zaten yazarken nerede iyi gittiğini, nerede tıkandığını, yorulduğu zamanda ne yapması gerektiğini biliyor. Günlük yaşamda kendisini sıkıştıran şeylere verdiği tepkiyi yazarken de veriyor insan.”
O çok sevdiği kahvesini içerken aklına müthiş cümleler gelip de bardağı mutfağa bırakıp dönene kadar hepsinin kaçtığı olmuş mudur hiç? Bütün sevimliliğiyle kıkırdıyor ve “Bardağı mutfağa bırakmıyorum o hallerde. Teknoloji beni sıkıyor. O yüzden not defterlerim var. Defterime not alıyorum” diyor. Sokağa çıkarken bile çantasına bir kitap bir not defteri mutlaka koyarmış.
Gündüzleri işi olduğunda geceleri oturuyormuş yazmaya. Kafasını kaldırdığında “Ah gün ışımış” dediği oluyor muymuş? “Oluyor. Kitabın sonuna doğru. Kurgunun yoğunlaştığı zamanlarda, kafamda başka bir şeylere yer kalmadığı zamanlarda… Mesela annemle konuşurken, kafamda kitabın kurgusu oluyor. Sokakta dalıp gidiyorum. İlk kitabımda yaklaşık 3 ay böyle geçti. Çalışma evinde her tarafında kahve kupaları. Akşamları yazıp normalde yataktan kalktığım saatte yatmaya başlıyorum” diyor.
AŞIKSAM O ANI YAZAMAM
Hangi duyguları yaşarken yazamazsın diye soruyorum. “Bir şeyi yaşarken yazamıyorum. Mesela aşıksam, onu yazamıyorum. Ama o aşk durumunu bir sonraki kitapta yazabiliyorum. Hissettiğim ve biriktirdiğim duyguları bir sonraki kitaba yansıtıyorum. Kitap okumak gibi duygularım da aslında yazmaya yatırım oluyor” diyor. Madem aşk dedik, Fırat’ı soruyorum. 7 aydır bu duyguları yaşıyorlarmış. Fırat da ok okuyormuş. O da kendisi gibi beğendiği veya önemsediği satırların altını çiziyormuş. Kendisine kitaplar hediye ediyormuş. Birbirlerinden uzaktayken, okudukları kitapları anlatıyorlarmış karşılıklı. Evliliklerinin nasıl olacağına dair de bir esprileri var. Fırat, “Eve gelirken ne alayım” diye soracakmış. Senem de, “Bir ekmek, bir yoğurt, bir kitap diyecekmiş.”
SOSYAL MEDYAYA BAKIYORLAR
Kitaplarını, yazılarını önce kendisi için yazdığını söylüyor. Yazmaya niyetlenenlere de aynısını öneriyor. Kitap okumadan, sistemli bir şekilde yazmadan başarıya ulaşılamayacağını söylüyor. Geri yayınevlerinin başarı kıstasları arasında artık, yazarın sosyal medyadaki ‘ağırlığı’ da çok önemliymiş. “Instagram’ına, Facebook’una, Twitter’da takipçine bakıyorlar. Okuyucu potansiyelini anlamak için” diyor.
Yorumlar
Kalan Karakter: