DURMADAN ÇALIŞAN GAZETECİ-1
***Türk basının gerçek emekçilerinden biri Sökmen Baykara. Gençlik yılları epeyce yaramazlıkla geçmiş. O haylazlıklar, yerinde duramazlıklar bugün bile yakaladığı fotoğraf karelerine yansır. Onu efsane yapan Saidi Nursi’yi namaz kılarken çektiği o meşhur kare gibi..
***Canla başla, disiplinle 35 yıl gazeteci olarak çalıştıktan sonra şimdilerde Antalya’daki evinin stratejik konumdaki balkonundan fotoğraf makinesi ve dürbünüyle gördüğü olayları sosyal medyadan kendisini takip edenlere ‘bildiriyor’
YEŞİM ERSOY
Sökmen Baykara, 1936 yılında doğdu. Yeni İstanbul Gazetesi’nde 1958 yılında işe başladı. 7 yıl çalıştıktan sonra 1 Ocak 1965’te kapısından girdiği Hürriyet Gazetesi Ankara Bürosu’ndan 28 yıl sonra 20 Haziran 1992’de ayrıldı. O sırada Ankara büroda çalışan arkadaşlar veda partisi düzenledi. Ertesi gün gazetede yarım sayfalık, “Güle Güle Baykara” başlıklı bir haber çıktı. Yanında Emin Çölaşan’ın veda yazısı. Özetle, “Hakkını Helal Et Sökmoş” diyordu. Çok sevdiğim insanlara sevimli lakap takma huyum sonucu çıkmıştı Sökmoş. Hoşgörülü, güler yüzlü Sökmen ağabey hiç kızmadı. Aksine Sökmoş olmaya bayıldı. İki kere üst üste, “Sökmen ağabey” desem, “Hani Sökmoş diyordun” diye kendisi hatırlattı. Aslında Sökmoş da değil, ‘Sökmoş’um’…
KADER VAR YA
Eşi Nihal abla ile rahmetli babasının işi gereği çocukluğunun geçtiği Antalya’da satın aldığı eve taşındılar. Evin konumu gereği harika bir manzarası vardı. Baykaralar her zaman neşeli ve uyumlu bir çiftti. İngiltere’de yaşayan oğulları Cem, Fransa’da yaşayan Berkol ve biz geride kalanlara hep “İyilik, sağılık” haberleri geliyordu. Sonra Nihal abla hastalandı. Sökmoş ona çok iyi baktı ama bir de kader var ya… Nihal ablayı ebediyete uğurladıktan sonra
Antalya’da ona, kendileriyle birlikte çalışmasını rica etmeyen gazeteci kalmış mıdır acaba? Emekliliğini yaşayacağını, bir daha çalışmayacağını söyledi. Biz de inandık. Oysa o hep çalışıyor. Lara’dan Liman’a ve Beydağları’na nazır balkonundan gece gündüz fotoğraf çekiyor. Bütün Antalya’ya hakim olduğu o balkondan dürbünüyle bakıp gazetelere istihbarat yağdırıyor, dağda yangın var, binlerce yolcusu olan gemi limana yanaşamadı bilgileri hep ondan geliyor. Evin balkonundan çektiği fotoğraflar hep gazetelerde, internet gazetelerinde yayınlanıyor. Neşeyle gülüyor, “Hem de imzamla çıkıyor” diyor. Fotoğraflarına hayran olan yaklaşık 2 bin kişi Facebook’ta onunla arkadaş...
MORGDAN ÇIKARMIŞLAR
Çocukluğunun büyük bölümü Antalya’da geçiyor. 20 Nisan 1952’de Baykara 16 yaşındayken Aksu ilçesinde bir motosiklet kazası yapıyor. Motosikleti elektrik direğine, kafasını yol kenarındaki taşlara çarpıyor. Beyin kanaması geçiriyor. Çenesi kilitlenmiş. Öldü sanmışlar. O zaman nüfusu 26 bin civarında olan Antalya’nın sayılı ailelerinden başkasında araba yok. Şansına Mahmut Konuk oradan geçiyor. Hemen almış hastaneye götürmüş. Hastanede bakmışlar nabız yok. Doğru morga! O zamanlar morg şimdiki gibi modern değil, cenazeler yan yana masaların üzerinde yakınları gelip alsın diye bekliyor. Cenazelerden birini almaya gelenler olmuş. Sökmen ağabeyin eli de tam o sırada kıpırdamış. Morgda kim var kim yoksa kaçışmış, “Ölü hortladı” diye… Hemen acil servise almışlar. Tedavi teknikleri de zayıfmış gerçi. Kalbe takviye iğne, kafaya da buz… 9 gün hastane yattıktan sonra, 22 gün de evde yatıyor. Bütün tedavi kafasının üzerine konulan buz torbası. Önce hiç yürüyemiyor, ne zaman ayağa kalksa pat yerde! Sonra duvarlara tutunarak ayağa kalkabiliyor. Ama denge yok. Yemek yiyemiyor; ne yese midesi bulanıyor. Kuru ekmek, zeytin ve ayran hayatını kurtarıyor. Sonunda Ankara’ya Gülhane Askeri Hastanesi’ne götürüyorlar.
BİR DAHA SÖYLE LEN!
Sağ kulağında iç kulakta çöküntü olmuş. “Hakikaten ağabey, biz seninle konuşmak için hep sol yanına geçerdik” diyorum. “Çünkü sağ kulak duvar” diyor. Gülhane’de bir doktor gözüne garip bir gözlük takmış. Sapından geçen bir tel, sol kulağının sesleri metalik de olsa duymasını sağlıyormuş ama Sökmen ağabeyin tipini bozmuş! Bildiğiniz, 1930’ların ünlü komedi tiplemesi Arşak Palabıyıkyan’a benzemiş. Neyse ki bir başka doktor, “Çıkarın yahu şu gözlüğü! Oğlum diyelim ki, biri sana bir şey söyledi. Sen de duymadın, (Bir daha söyle len) dersin” diye akıl veriyor. O zamandan beri, “Bir daha söyle len” deyip geziyormuş.
BEN ÇEKTİM KAMER KAZANDI
Babası Niğde’ye tayin olunca toplanıp oraya gitmişler. Bir tanıdıklarının Niğde’de fotoğrafhanesi varmış. Adı Foto Kamer. Baykara’yı onunla tanıştırmışlar. Alman malı, Voigtlander marka körüklü bir fotoğraf makinesi vermiş Sökmen ağabeyin eline. O makineyle, yeni kaydolduğu okuldaki herkesin fotoğrafını çekmiş. Niğde’nin civarındaki görkemli dağları çekmiş. Foto Kamer kendisi fotoğraf çekemese de baykara’ya bir dolu taktik öğretmiş. Soluğunu tutup, nabzını durdurup makineyi sallamadan başarılı fotoğraflar çekmeyi ondan öğrenmiş mesela. Sökmen ağabey o günleri tek bir cümle ile özetliyor, “Ben fotoğraf çektim Kamer kazandı.”
KONTES’İN TOKADI
Daha sonra İzmir Bornova’ya atanıyor babası. Gidiyorlar. Sökmen Baykara 18- 19 yaşında haylaz ve çok yakışıklı bir delikanlı. Aynı güzergah üzerindeki okullara uğrayarak öğrencileri dağıtan otobüste kızlı erkekli yapılan yolculukların bir yıldızı varmış. Delikanlıların aralarında Kontes dedikleri çok hoş, alımlı ve çok az kişiyle konuşan bir genç hanım yüzünden gizli bir rekabet sürüyormuş. Bir de Hasan Kelle varmış ki, çok güzel şiir okurmuş. Sökmen ağabey ağzının içinde yuvarlasa da, “Onu çok kıskanırdım” diyor. İşte o Hasan Kelle kalabalık otobüste Kontes’in arkasında dururken bizim Sökmoş yanaşıp hızla kızımızın kaburgalarına bir dokunuş gerçekleştirip elini çekiveriyor. Kontes dönüyor, onunla göz göze gelme şerefine eriştiği için nezaketle gülümsemeye başlayan Hasan Kelle’ye sağlam bir tokat patlatıyor. Sökmoş’un kıskançlığı pek derinmiş ki, sonradan çok iyi arkadaş da olsalar Hasan Kelle’ye, “Kontes o gün sana niye tokat atmıştı ki” diye sorup aldığı “Vallahi hala anlamış değilim” yanıtına bugün bile kahkahalarla gülüyor.
AVUSTRALYA’YA NİYET İSTANBUL’A KISMET
İzmir’den birkaç arkadaşı ile para biriktirip Avustralya’ya gitmeye karar vermişler. Koyun çiftliği kurup para kazanacaklar. Hiçbir şekilde evlenmeme kararı alan kafadarlar, yabancı bir ülkede sağlam bünyeli olmak için kendilerini spora ve yol parası biriktirmeye veriyorlar. İçlerinden bir hayırsız evleniveriyor! Hayaller suya düşüyor. Babasının, ailenin diğer bireylerini toplayıp memleketleri Erzin’e yıllık izne gittiği tarihte Sökmoş da Avustralya için biriktirdiği parayla basıp İstanbul’a gidiyor.
LİSE MUADİLİ ABİCİM
Taşkasap’ta gazetecilik okuluna yazılıyor. Şimdiki üniversite dengi bir okul mu diye soruyorum, meğer meslektaşlarımıza bu nedenle hafiften kızarmış. “Lise muadili ağabeycim” diyor. Bizim arkadaşlar, onunla röportaj yaptıklarında yüksek okul mezunu filan yazıyorlarmış. “Bana hakarettir o! Ben etiket istemiyorum ki. Ne diyorsam onu yazın!” diyor.
Mesleğe, Habip Edip Törehan’a ait o dönemin prestijli gazetelerinden Yeni İstanbul Gazetesi’nde başlamış. Türkiye’ye ilk rotatif baskı makinesini o gazete getirmiş. Sökmen Baykara’yı, Sökmen Baykara yapan olay orada yaşanıyor işte. Sürgün hayatı yaşayan Saidi Nursi’nin en yakın müritleriyle İstanbul’a geldiği ve Piyer Loti Oteli’ne yerleştiği haberini alıyorlar. O ve müritler için otelin üçüncü katında 28 ve 29 numaralı odaları tutulmuş. Gazete yönetimi, parayı basıp Sökmen ağabeye de aynı otelde oda kiralamış. Saidi Nursi’nin fotoğrafını çekebilmek imkansız aslında. Müritler etrafında kuş uçurtmuyormuş. Başının üzerine çadır kadar bir yeşil şemsiye açıp görüntü alınmasını engelliyorlarmış. Baykara anlatıyor:
O MUŞHUR KARENİN ÖYKÜSÜ
“Bir baktım, her 4 odaya bir ortak balkon var. Önce 31 numaranın kapısını çaldım. Yabancı bir kadının kapıyı açmasıyla yüzüme çarpması bir oldu. 30 numarada kalan orta yaşlı çifte yalvarıp balkonlarına çıktım. Müritlerin kaldığı 29 numaralı odanın önünden sürünerek geçtim ki bir gümbürtü! Meğer balkondaki bir leğene çarpmışım. Müritler cama, balkon kapısına fırladı. Neyse ki gülmeye başladılar ama geriye dönmeye zorlayacaklar. Dönüyormuş gibi yaptım, onlar içeri girince ileri atılıp Saidi Nursi’nin 2 kare fotoğrafını çekebildim.”
Saidi Nursi’nin çok kısa bir süre sonra ölmesi üzerine, biri görüntüsünün çekilmesini önlemek için kolunu yüzünün önüne kaldırdığı o iki kare en son fotoğrafları olarak kalır ve ‘Namaz bozduran kareler’ olarak anılır.
YARIN: DURMADAN ÇALIŞAN GAZETECİ-2
Yorumlar
Kalan Karakter: