Hürses’in bu 58 yıllık tanıklığını, kurucusu ve onu bugünlere taşıyan duayen gazeteci Ömer Naci Uğural’la konuştuk.
1957’den beri, Antalya basınının ayrılmaz bir parçası oldunuz. Antalya’nın gelişimine, değişimine tanıklık ettiniz. Baştan başlayalım; 1950’lerin sonunda Antalya nasıl bir kentti?
O günün Antalya’sı, bugünkü kente hiç benzemiyordu. Henüz betona yenik düşmemiş; trafik, kalabalık, kirlilik gibi sorunları olmayan, güvenli bir kentti.
Sahil boyunca uzanan Antalya’nın doğu yakası, Karaalioğlu Parkı’nda sona eriyordu; ondan sonrası portakal ve limon bahçeleriyle doluydu. Orman Bölge Müdürlüğü’nün karşısındaki, o zamanlar ‘beyaz bina’ denilen Karayolları binası, kentin bir başka sınırıydı. Konyaaltı tarafı ise, Meteoroloji Bölge Müdürlüğü’nde bitiyordu. Arapsuyu, o zamanlar Antalya’nın bir köyüydü. Kemer, karayolu ulaşımı olanaksız denilecek kadar zor, denizden ulaşılan minik bir beldeydi.
Nasıl yaşıyordu Antalya halkı?
Bugünden bakılınca, Antalyalıların o zaman oldukça yoksul olduğu görülüyor. Zengin birkaç aile vardı, onun dışında kalanlar için hayat, neredeyse temel ihtiyaçları karşılamaktan ibaretti.
Ne yer, ne içerlerdi? Antalya, bu açıdan her zaman şanslı oldu. Toprağı bereketli, sebzesi meyvesi bol… Denizden de faydalanılırdı. O zamanlar balık boldu. Bugünün kıymetli balığı grida, herkesin alabileceği kadar ucuzdu.
Davar eti yerdi Antalyalılar, koyun etini pek sevmezlerdi, yağlı gelirdi. Onun için, sadece haftada bir gün, cuma günleri koyun eti kesilirdi.
Birkaç ilkokul ve ortaokul vardı sadece; üç tane de lise, Antalya Lisesi, Erkek Sanat Enstitüsü, Kız Enstitüsü. Eski Antalyalıların hemen hepsi bu birkaç okuldan mezundur.
Bir tane hastanesi vardı şehrin; Devlet Hastanesi. Güllük Caddesi’nin başındaki bu hastanenin yanı sıra, bir de SSK’nın sağlık ocağı gibi bir birimi vardı.
Sağlık deyince, iki doktoru anmadan geçmeyelim. Birisi, kadın-doğum uzmanı Hilmi Şifa’dır. Antalya halkına uzun yıllar hizmet etmiş iyi bir doktordu. Birisi de doktor Esat Uluğhan’dır. Pratisyendi, ama birçok uzmandan daha çok bilgiye sahipti, her tür hastalıkla ilgilenirdi. Vilayet binasına yakın bir muayenehanesi vardı. İyi doktor, iyi insandı. Yoksullardan para almaz, hatta ilaçlarını bile kendi parasıyla alırdı. Her ikisine de Allah rahmet eylesin.
O zamanlar şehir küçüktü diyorsunuz, o zamanlar pek otomobil olmadığını biliyorum, ulaşım nasıl sağlanırdı?
Otomobil yoktu tabi. 60’lı yıllarda bile, Antalya’da özel otomobili olanların sayısı 5’i geçmezdi. Bir tane dolmuş vardı, Kalekapısı’ndan kalkar, Memurevleri ve Bahçelievler’e giderdi. Ulaşım, genel olarak faytonlarla sağlanıyordu. Bugün sadece turistik amaçlar için kullanılan faytonlar, o zamanlar Antalyalıları hastaneye, gezmeye, hatta pazara götürürlerdi.
Denizle ilişkisi nasıldı Antalyalıların? Nerede yüzerlerdi? Balıkçılık yapan çok insan var mıydı? Tekneler ulaşım için kullanılır mıydı?
Balıkçılık yapan az insan vardı; çünkü dediğim gibi balık boldu ve isteyen zaten kendi balığını tutabiliyordu kolaylıkla. Yine de, bugünkü Yat Limanı, eski iskeleden küçük tekneler gece balık tutmak için açılır; sabahleyin de ellerindeki sepetlerle şehri dolaşarak tuttukları balıkları satarlardı.
Teknelerin ulaşım için kullanılmasına gelince… Dışarıya kapalı, kendi halinde bir şehirdi Antalya. Teknelerle sadece Kemer’e gidilir gelinirdi. O da, Kemer’e gitmenin başka yolu olmamasından.
Antalyalılar, denizden en çok yüzme amacıyla faydalanırdı. Yaz sıcağında başka ne yapacaksınız? O zamanlar klimanın adını bile duymamışız.
Antalya halkının çoğu, yüzmeyi Mermerli Plajı’nda öğrenmiştir. Sabahları kadınlar, öğleden sonra erkekler faydalanırdı plajdan.
Bir de Konyaaltı ve Lara sahili var tabi. Antalyalılar bilir; her iki sahilde de ‘obalar’ vardı. Konyaaltı sahilinde tahta baraka biçimindeki obalar, açık artırmayla, yaz için kiralanırdı. Gelir düzeyi yüksek olanların oturduğu obalar, yaz boyunca eğlencenin merkezi de olurdu.
Lara’daki obalar betondan yapılırdı. Lara’dakiler daha büyük ve daha konforlu olmasına rağmen, Konyaaltı obaları, her zaman daha popülerdi.
Arapsuyu sahilinde ise, obalara ekonomik gücü yetmeyenler, derme çatma çadırlar, barakalar yapar, yazı orada geçirirlerdi. O zamanlar Arapsuyu’ndaki Boğaçayı, gürül gürül akan ve üzerinde kayıklarla dolaşılan bir çaydı.
Gelelim 60’lı yıllara… Hürses daha çiçeği burnunda bir gazeteyken, 27 Mayıs 1960’da Türkiye bir askeri darbe yaşadı. Bu yönetim değişikliği, gazeteciliğinizi ve Antalya’yı nasıl etkiledi?
Bütün Türkiye gibi Antalya halkı da darbeyi bekliyordu, çok yadırgadığını söyleyemem. Hoşnut olmayanlar olsa da, genel olarak halk memnundu.
Gazeteciliğe gelince… Ben kendi adıma konuşayım, 27 Mayıs beni rahatlattı. Ondan öncesinde, Demokrat Parti’nin son zamanlarında, sansür vardı. Her gün birkaç tane neşir yasağı gelirdi. Bazıları akıl almaz yasaklardı. Örneğin; İsmet İnönü’nün konuşmasını yazmak yasaklanmıştı. Daha sonra gelen başka bir yasakla, İnönü’yü yazmanın yasaklandığını yazmak da yasaklanmıştı. Yasaklar nedeniyle, basılmış gazeteleri çöpe atıp yeniden baskı yapmak zorunda kaldığımız zamanlar olmuştu.
1960’dan önce ben, hakkaniyete uygun biçimde resmi ilan da alamıyordum. O zamanlar resmi ilan dağıtımını, Vilayet’te şifre memuru olan Niyazi Bey yapıyordu. Bir gün kendisine; “haksız dağıtım yapıyorsunuz, gün gelir bunun hesabı sorulur” dedim. Bana, “hak değirmende” diye cevap verdi. İki gün sonra 27 Mayıs İhtilali oldu.
60’lı yıllarda Antalya nasıl bir değişim içindeydi?
Antalya, yavaş yavaş turizmle tanıştı bu yıllarda. Aslında daha önce de zaman zaman gelen turistler vardı; ama bu turizm hareketi, sınırlıydı. Küçük gruplar ara sıra geliyordu, gelenler genellikle Almanlardı.
1967’de ilk turist kafilesi geldiğinde, büyük olay olmuştu. Yine Almanlar gelmişti. Charter uçakla askeri havaalanına indiklerinde davul zurnayla karşılandılar. O zamanlar çok az sayıda otel ve pansiyon vardı Antalya’da. Oralarda konakladılar.
60’lı yıllarda, hızlı da olmasa bir değişim, gelişim vardı Antalya’da. Caddelere beton döküldü. Antalya’nın iklimine uygun ahşap evler, yerini yavaş yavaş beton binalara bırakmaya başladı.
Antalya o yıllarda göç almaya da başlamıştı. Şehir büyüyordu, ama plansız… Bugünkü beton yığını Antalya’nın temelleri o tarihlerde atılmaya başlandı.
Gazetecilik açısından nasıl yıllardı onlar?
O yıllarda sadece 4 gazete vardı Antalya’da; Hürses dışında, Şelale, Antalya ve İleri. Birkaç tane de İstanbul gazetelerinin temsilcisi vardı. Gün, Günaydın ve Saklambaç gazetelerinin temsilciliğini de ben yapıyordum.
Gazeteler ve gazetecilerin saygınlığı vardı. Çünkü, bugünkünden çok daha zor koşullarda gazetecilik yapıyor; şehirde ne olup bitiyorsa halka duyurmaya çalışıyorlardı.
Şehri yönetenler de, genel olarak basınla iyi geçinmeye çalışıyorlardı. Eleştirilere, bugünkünden daha hoşgörülü yanıt veriyorlardı.
Gazetecilik yapmak da keyifliydi o günlerde. Demokrat Parti döneminin ağır sansüründen kurtulmuş; 1961 Anayasası’nın da desteklediği daha özgür bir ortama girmiştik. Bu durum, 12 Mart 1971’deki askeri muhtıraya kadar sürdü. Artık daha önceki özgürlükçü ortam artık yoktu. Ama yine de, 1980 sonrası gördüğümüz baskıya benzemiyordu. 12 Eylül sonrası, tam bir sansür dönemiydi. Gazete basılmadan önce, bir nüsha hazırlanıp Tugay Komutanlığı’na götürülüyor ve her sayfası görülüp kaşelendikten sonra baskıya girebiliyorduk. Bu onay için, bazen saatlerce beklemek zorunda kalıyorduk. Bu ön sansür, genel seçimler yapılıp Özal hükümeti kuruluncaya kadar sürdü.
Fotoğraflardan görüyorum; o yıllarda, omzunuzda, içinde iki fotoğraf makinesi bulunan kocaman bir çanta var. Bir de daktilolar… Haberler daktiloda yazılıyor, eski tip makinelerde basılıyormuş.
Her yere o ağır çantayla mıgiderdiniz. “Haber, her zaman her yerdedir” derdiniz. Haberi, Facit marka daktiloda yazar, sonra da basardınız. Kara çirkin bir makine vardı. Haber okuyucuya ulaşıncaya kadar neler oluyordu?
O çantam hala duruyor. İçinde iki makinem olmadan sokağa çıkmazdım. Birisi Nikon, birisi Canon markaydı. Haberin ne zaman karşınıza çıkacağı belli olmaz, o nedenle ben genç gazetecilere de, fotoğraf makinesiz sokağa çıkmamalarını öneriyorum.
O zamanlar otomatik fotoğraf makineleri yoktu zaten. Film rulosu, son derece değerliydi. Onlar basılır ya da bastırılır, fotoğraf haline getirilirdi. Tabi bunların hepsi maliyetti. Şimdiki gibi bir sürü fotoğraf çekip içinden en iyisini seçme şansımız yoktu, o yüzden doğru kareyi yakalamak çok önemliydi.
Otomatik baskı makinesi de yoktu; sayfalar kumpasta diziliyor, elle sallama sistemiyle çalışan makinelerde basılıyordu. ‘Matbaa karası’ hayatımızın ayrılmaz bir parçasıydı.
70’li yıllara gelelim… Hani o inşaat furyasının başladığı, her yerde apartmanların yükselmeye başladığı o yıllara…
Evet, özellikle 1970’lerin ortalarından sonra, beton binalar yapılmaya başlandı. O güzelim ‘İzmir tipi’ bahçeli evler, yerlerini çirkin betonlara bırakmaya başladılar.
Ama bundan daha önemlisi; o dönemde, çok hızlı bir gecekondulaşma vardı. Çevre illerden, Doğu’dan ve Güneydoğu’dan gelenler, buldukları her boş araziye bir gecekondu konduruyorlardı. O zamanki vali Hüseyin Öğütçen, gecekondulaşmaya karşı büyük mücadele verdi, ama siyasilerin baskısıyla karşılaştı. Vali Öğütçen’i, “halka zulm ediyor” diye Ankara’ya şikayet ettiler. Çünkü onlar için gecekondu yıkmak, oy kaybetmek demekti.
Antalya, ekonomik ve siyasi rant nedeniyle bugünlere geldi zaten. Özellikle 1980’li yıllarda, şehrin her yerinde, mantar gibi apartmanlar yükseldi. Tarım arazileri, doğal sit alanları bile imara açıldı. Ne doğru düzgün bir plan vardı, ne de denetleyen. Herkes, her bulduğu yere apartman dikiyordu. Sonuç ortada, beton yığını bir Antalya…
80’li yıllar, Antalya’nın değişiminin hızlandığı yıllar sanıyorum.
Evet öyle. Aslında Türkiye’nin büyük değişim yaşadığı yıllar 80’ler. 12 Eylül askeri darbesinden sonra ANAP iktidarı döneminde, Türkiye, ekonomik ve sosyal büyük değişim yaşadı. Antalya da bunun dışında kalmadı.
Antalya artık o içine kapalı küçük sahil kenti değildi. Hem Türkiye’ye, hem Dünya’ya açılmıştı. Çok hızlı göç alıyordu. 1985’te, yaklaşık 400 bin nüfusa ulaşmıştı. 1960 yılında açılan, ama o tarihlerde çok az uçağın inip kalktığı Antalya Havaalanı, artık vızır vızır işlemeye başlamıştı.
1990’lardan sonra bu değişim iyice hız kazandı. Antalya’nın turizm sektörüne odaklanmasıyla, her tarafta oteller yapıldı. Şehir iyice betona gömüldü. Yeni mahalleler, yeni yollar ortaya çıktı. Her zamanki gibi plansız, programsız tabi… Portakal, limon bahçeleri yok oldu; Antalya artık portakal çiçeği kokmaz oldu. Tarihi binalar bile, betona yenik düştü.
Bu kadar plansız büyüyen ve sürekli göç alan Antalya, artık eskisi gibi sakin ve güvenli değildi. Suç oranları arttı.
Ve siz bütün bu sürece, bir gazeteci olarak tanıklık ettiniz.
Evet, hem de içimiz acıyarak. Yanlışları kendimizce yazdık, uyardık. Ama bu değişimin önüne, ne biz, ne de aklı selim diğer insanlar geçemedik. Yine de bazı başarılar elde edildi tabi.
Antalya’nın değişimi, zaman zaman talan biçiminde oldu. Bugün de benzeri örnekler yaşanıyor. Bu durumda, basına düşen, kentlileri de yaşananlardan haberdar ederek kentin korunmasına katkıda bulunmaktır. Gazeteci, eleştiri yapmaktan ve uyarmaktan asla vazgeçmemelidir.
Bu da genç gazetecilere bir öğüdünüz olsun. Gazeteciliğin bugününü ve geleceğini nasıl görüyorsunuz?
Bugün her türlü teknolojik kolaylığa sahip gazeteler. Bilgisayarlar, ofset makineler… Fakat, ciddi bir ekonomik sıkıntıyla boğuşuyorlar. Kolay değil, o gazete okuyucuya ulaşıncaya kadar, tahmin edilemeyecek bir maliyete katlanmak gerekiyor.
Basın, ona sahip çıkıldıkça var olur. Gazeteler okuyucuya ulaşmak; okuyucu da, kentin sesi olan gazetelere sahip çıkmak zorundadır.
Bugüne kadarki emekleriniz ve bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
Yorumlar
Kalan Karakter: