Muharrem İnce’nin adaylığı ve ilk gaf…
CHP’nin, Muharrem İnce’yi cumhurbaşkanı adayı olarak göstermesinden sonra samimi ya da art niyetli olarak çeşitli sorgulamalar yapılıyor.
Bunlar içinde en çok konuşulan “İnce’yi cumhurbaşkanlığı için aday gösteriyorlar ama Genel Başkan seçmiyorlar” ifadesi oldu.
Bunu söyleyenler CHP’nin bir tezini unutuyorlar.
CHP, en başından beri cumhurbaşkanının “partili” olmasına karşı çıkıyor, “tarafsız” olması gerektiğini ısrarla belirtiyor.
Nitekim Muharrem İnce’nin aday olarak açıklandığı sırada İnce’nin “parti rozetini çıkarması ve Kılıçdaroğlu tarafından da Türk Bayrağı rozeti takılması” bu anlayışın tavrıdır.
CHP’nin kuruluşundan bu yana özenle üzerinde durduğu temel ilkelerden birisinin “kamu yönetiminin siyasallaşmadan yürütülmesi” olduğunu bir kez daha hatırlatmakta fayda var sanırım.
Muharrem İnce’nin adaylık açıklamasındaki konuşmasına gelince…
Oldukça ajitatif ve kendine güvenen ifadeleri içeren bir konuşmaydı.
Üslubu “halkın içinden biri” denilecek üsluptu.
Ahmet Arif, Nazım Hikmet dizeleri ile solun ruhunu okşamayla, “Allahın izni” ve Cuma namazı ile de dindarlara yakın olacağını harmanlayan bu konuşmayla meydanlarda Erdoğan’la yarışacağını gösterdi.
Ancak benim beklediğim konuşma bu değildi.
16 Nisan referandumu öncesinden başlayarak “başkanlık sistemine tavır alan ve parlamenter sistemi yeniden kurma sözü veren” CHP’nin cumhurbaşkanı adayı, bu seçimi referandumun ikinci raundu olarak gördüğünü ve bunun için mücadele edeceğini ifade etmesini bekledim.
Oysa bunun yerine cumhurbaşkanı olursa kamuyu nasıl yöneteceğini anlattı ve parlamenter sisteme dönüşle ilgili tek bir söz bile söylemedi.
CHP’nin “meşru” olarak görmediği referandum sonucuna ve bu sonuçla ortaya çıkan yeni sistemde nasıl bir yönetim anlayışı ile yöneteceğini ifade etmesi “başkanlık sistemini meşrulaştıran” bir anlayıştır.
Oysa muhalefeti bir aday etrafından toplayan temel ilke “parlamenter sisteme yeniden dönüş” ilkesiydi.
Kaldı ki cumhurbaşkanın, yürütmenin başı ve icraatları yapan bir konumda olması asla “tarafsızlık” ile örtüşmez, mutlaka “siyasal tercih” yapmak zorunda kalmasını gerektirir.
Nasıl ki parlamenter sistemde siyasal anlamda tarafsız başbakan olmazsa, bu sistemde de tarafsız cumhurbaşkanı olmaz.
“Cumhurbaşkanının tarafsızlığı ancak ve ancak parlamenter sistemle mümkündür”
Umuyorum ki İnce, bu konuşmasını adaylık açıklamasının ilk heyecanı ile yapmış olsun ve ilerleyen günlerde partisinin “meşru” kabul etmediği bu sistemden yeniden parlamenter sisteme dönüşle ilgili açıklamalarını yapsın.
***
2 blok ve bir parti…
24 Haziran’da yapılacak cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçiminde birçok “ilkleri” birlikte yaşıyoruz.
Parlamenter sistemdeyken partiler arası işbirliğini “koalisyon” olarak değerlendirirken, başkanlık sisteminde bunun adı “partiler arası ittifak” oldu.
AK Parti, cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 50 barajı ve TBMM’de çoğunluğu sağlayamama korkusu; MHP’de, Bahçeli’ye muhalefet edenlerin ayrılması sonucu yüzde 10’luk barajı aşıp TBMM’ye girememe korkusu ile “ittifak” yaptılar.
Ne kadar kıvırırlarsa kıvırsınlar bunun adı “seçim öncesi kurulan koalisyondur…”
Parlamenter sistemi koalisyonlar nedeniyle kötüleyerek başkanlık sisteminde ısrarcı olan AK Parti ve MHP, tarihin garip cilvesi ile bu sistemi de yürütmek için koalisyon kuruyorlar…
Muhalefetin ittifak derdi ise bir başka…
CHP ve İYİ Parti cumhurbaşkanlığını kazanma iddiasını sürdürürken, milletvekili seçiminde de “boşa gidecek ya da boşa gittiği için AK Partiye yarayacak oyları” bir potanın içinde değerlendirmek için “ittifak” yaptılar.
CHP, İYİ Parti, Saadet Partisi ve Demokrat Parti’nin oluşturduğu ittifak her ne kadar, yüzde 10’luk barajı aşamayan partilere milletvekili çıkarma şansının verilmesi TBMM’de çoğunluğu sağlama stratejisi kapsamında olsa da “Muharrem İnce ya da Meral Akşener’in” cumhurbaşkanı olması halinde bir “koalisyonu” ifade etmektedir.
İktidar kanadı ve muhalefet partilerinin bir kısmının oluşturduğu ittifaklar “2 blok halinde” TBMM seçimlerine girmelerini kesinleştirdi.
Ve 1 parti…
Çözüm sürecinde AK Parti ile son derece sıcak ilişkileri olan HDP’in, 7 Haziran 2015 seçimi sonrasında AK Parti ile köprüleri atması sonucunda iktidar ve yandaşları tarafından “PKK terörü ile özdeşleştirilmesi” konusunda toplumda ciddi bir algı operasyonlarını başarması, HDP’nin muhalefet tarafından da “yalnız bırakılmasına” neden olmuştur.
CHP Lideri Kılıçdaroğlu “sıfır baraj” stratejisi kapsamında HDP’nin de ittifak içinde yer alması için uğraşmışsa da bu çabası, “Meral Akşener ve İYİ Parti kurmaylarının” direncini aşmaya yetmemiştir.
Bence bu direnç iki büyük riski de içinde barındırmaktadır.
“Birincisi,” HDP eğer barajı aşamazsa çıkarması muhtemel olan 80 milletvekilinin en az 70’ini AK Partiye kaptıracak ve böylece muhalefetin Mecliste çoğunluğu sağlama stratejisi boşa çıkacak, böylece kurduğu ittifakın bir anlamı kalmayacaktır.
“İkincisi” ise cumhurbaşkanı seçimi için muhtemel 2. tur oylama yapılacak olursa bu noktada da risk vardır.
2. turda Erdoğan ile İnce yarışacak olursa HDP kuvvetle muhtemeldir ki İnce’yi destekleyecektir.
“Ancak Erdoğan’ın rakibi eğer Akşener olursa, ittifaktaki direncinden dolayı HDP’den destek istemesi ve alması çok zor olacaktır.”
Bu durumda “HDP, Erdoğan’dan kurtulmak için Akşener’i kerhen de olsa destekler” diye düşünenler varsa çok ciddi olarak yanılırlar.
Evet, HDP’liler Erdoğan’a destek vermezler ama kendilerine karşı direnenlere de oy vermezler ve muhtemelen “oy kullanmaya gitmeyeceklerdir…”
Seçimin kilit partisi
HDP, milletvekili barajını aşamasa da cumhurbaşkanlığı seçiminde alacağı en az yüzde 8-9 luk oy ile kimin cumhurbaşkanı olacağını tayin etmede kilit durumundadır.
Yüzde 10 barajı aştığı zamanda çıkaracağı milletvekili sayısı ile TBMM’de muhalefetin çoğunluğu sağlamasında en etken parti konumunda olacaktır.
Her iki halde de ne kadar direnilirse direnilsin İYİ Parti de dâhil tüm muhalefet partilerinin HDP ile zımni de olsa işbirliği ve çalışma birliği yapmaları zorunlu duruma gelmiştir.
Bu nedenle HDP’yi yalnızlaştırılma çabaları siyasi hayatımıza zarar verecek boyuta gelebilir.
HDP, yalnızlaştırma yerine demokratik sistem içinde değerlendirilmeli ve bu sistem içinde onun da konuşması sağlanmalıdır.
1990’lı yıllarda Refah Partisi’ne de “şeraitçi ve laiklik düşmanı” olduğu ileri sürülerek yalnızlaştırma siyaseti uygulanmış ancak 1994 yerel seçiminde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere birçok belediyeyi almasının, 1995 seçiminde birinci parti olmasının ve Erbakan’ın da başbakan olmasının önüne geçilememişti.
***
Basın özgürlüğünde sınıfta kaldık
3 Mayıs günü kimi çevrelerce “Türkçülük günü” olarak kabul edilse de dünyada bu gün “Basın Özgürlüğü Günü” olarak kabul edilip anılmaktadır.
Basın özgürlüğü, düşünce ve düşünceyi açıklama özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır.
Demokrasinin en temel ve en vazgeçilemez temel ayaklarından birisi “yaşama hak ve özgürlüğü” ise bir diğer temel ayağı düşünce özgürlüğüdür.
Basının ne kadar özgür olduğunu anlatırken aslında anlattığımız düşünce özgürlüğünün sınırlarıdır.
Basın özgürlüğü, düşünceyi özgürce ifade edebilmenin yanı sıra halkın “haber alma özgürlüğünü” de ifade eder.
Demokrasilerde yöneticileri seçimle işbaşına getirme esası vardır.
Lakin seçilenlerin ülkeyi ve kenti nasıl yönettiği konusunda halkı bilgilendirme ve halka bu konuda ışık tutma görevi de basın özgürlüğünün kapsamına girer.
Her toplumun özgürce, huzur içinde, müreffeh yaşama isteği ve hakkı vardır.
Yönetenler bu hakkın yerine gelmesi için seçilir ve icraatlarını yaparlar.
Bu icraat ve kararlarda “huzuru kaçırıcı, yoksulluğu tetikleyen, özgürlüğü sınırlayan” yanları basın yoluyla halka iletmek “basın özgürlüğünün kapsamına” girer.
Keza, icraatları ve kararları yapıcı yönde eleştirmek, doğru olanı işaret etmek, anayasaya ve kanunlara uyularak yönetilmesini sağlamak da “basın özgürlüğü kapsamındadır.”
Ve basın tüm bunları “halk adına” yapar, bir anlamda halkın sesi olur.
Türkiye, cumhuriyetin ilanından beri bir türlü evrensel anlamda basın özgürlüğünün kullanıldığı ülke konumuna gelememiştir.
İktidarlar hep sermayeden yana kararlar almış, kanunlar yapmış, halkın paralarıyla oluşturulan bütçeleri sermaye lehine, emekçi halkın aleyhine dağıtmıştır.
Oyunu alarak iktidara gelen partiler, oyunu aldığı halka sadaka sınırında refah payı verirken, büyük sermayeye kesenin ağzını en geniş biçimde açmışlardır.
Paylaşımdaki bu dengesizlik sistemin irrasyonel olması nedeniyle beraberinde yokluk, yoksulluk, yolsuzluk da getirmiştir.
Bu noktada halkı aydınlatmak, yöneticilerin yanlış işler yaptığını bildirmek görevi de elbette “basının” olmuştur.
İşte tam da bu noktada siyasi iktidarlar basının sesini kısma, haber yapma ve eleştirme hakkını sınırlandırmak için tarih boyunca “gazeteciler üzerinde baskı ve yıldırma yöntemleri” uygulamışlardır.
Bu baskı ve yıldırmalardan yılan kimi gazeteciler, iktidarın bu haksız uygulamalarının yanında yer alarak “iyi çocuklar(!)” olurken;
Halkın haber alma hakkını sonuna kadar savunmaya direnen bu anlamda eleştirilerini sürdürmekten yılmayan gazeteciler de “kötü çocuklar(!)” olarak görülmüş ve üzerlerinde her türlü baskı, zulüm, işkence ve yoksulluğa sürükleme yöntemleri uygulanmıştır.
Bu anlamda bir ülkede basının ne kadar özgür olduğunun sınırlarını, “iktidarı eleştiren ve bu anlamda halkın haber alma özgürlüğünü savunanların bu haklarını ne kadar kullanabildikleri çizer.”
Türkiye bu anlamda demokratik dünyada sınıfta kalan bir ülke olmuştur.
Basın özgürlüğü sıralamasında 157. sırada bulunan Türkiye’de demokrasi özünü ve ruhunu kaçırmış, şeklen bile yürüyemez hale gelmiştir.
***
Karakteri bırak da yollara bak
Başkan Türel 30 Nisan günü Marmara Belediyeler Birliği toplantısında yaptığı konuşmada “Belediyecilik insan hayatını kolaylaştıran bir beceri sanatıdır”.dedi.
Aynı konuşmada İskender Pala’dan bir alıntı yaparak, insanların karakterlerini şehirlerin belirlediğini ve bu nedenle kendisinin de Antalya’ya “karakter yüklediğini” ifade etti.
Keza 12 Nisan günü ANSİAD’ın toplantısında da “Biz yaptığımız işlerle kente karakter yüklüyoruz” demişti.
Türel, ya karakter kelimesinin anlamını yeterince kavrayamamış, ya da bu sözü İskender Pala söylüyorsa mutlaka derin anlamlı bir sözdür diye kullanıyor.
Karakteri Türk Dil Kurumu şöyle tanımlar;
“Bir nesnenin, bir bireyin kendine özgü yapısı, onu başkalarından ayıran temel belirti; bireyin davranış biçimlerinin bütününü belirleyen ana özellik”
Bu tanımı bir kent için kullanırsak “Bir kenti başka kentlerden ayıran temel ve ana özellikler o kentin karakterini ortaya koyar” diyebiliriz.
Örneğin, turizm olgusu bu kentin karakteristik özelliğidir.
Bu özelliği ile başka kentlerden kendisi ayırır.
Narenciye, coğrafi konumun yüklediği bir başka karakteristik özelliktir.
630 km kıyımız olmasına karşılık güçlü bir limanımızın olmayışı nedeniyle liman kenti karakterimiz yoktur.
Her 2 kişiden birisinin motorlu aracı olmasına karşılık “rahat trafik akışı olan bir karakterden de söz edilemez.
Şimdi soralım Türel’e, “bu kenti başka kentlerden ayıracak hangi karakter özelliği hayata geçirdin?”
Kentin karakterleri kent insanlarının her hangi bir konuda topluca tavır almalarını ifade eder.
Hangi karakteri kazandırdın da kent insanları o konuda topluca tavır alıyorlar?
Belediyecilik insan hayatını kolaylaştırma sanatıdır, diyorsun ki; el-hak doğru bir ifadedir.
İyi de bu kentin insanlarının hayatının neresine dokundun, neresini kolaylaştırdın?
Hangi eserinle insanlar “oh be” dedi?
Antalya, Antalya olalı yollarının bu kadar perişan olduğu, trafiğinin bu kadar keşmekeş içinde olduğu bir devri olmamıştır.
Sahil düzenlemesi yapıyorum diye Akdeniz Bulvarını kapattın, tüm araçlar Atatürk Bulvarına yüklendi.
Günün her saati 5M Migros’tan Kemer istikametindeki tüm araçlar işkence içindeler.
Alternatif yol üretmeden Şarampol Caddesi’ni kapatıp yaya düzenlemesi, yaptın.
Kuzeyden gelen tüm araçlar kent merkezine inmek için sokak aralarından kıvrılarak gitmek zorunda kaldılar.
Sokağın iki yanında da araçlar park ettiği için buralardan da yol bulup geçmek için adeta direksiyon ustalığı ister durumda.
Hele Antalyaspor Kavşağı düzenlemesi yapılıyor ki Allah beterinden saklasın.
Bir kavşak düzenlemesi ve yeni trafik akışını düzenlemek aylarca mı süren bir iştir?
Başkanım, insanın hayatını kolaylaştırmak istiyorsanız Antalya’ya karakter yükleme gibi iddiaları bir yana bırakın da bir an önce şu yolları ve kavşakları düzenleyip trafik akışını kolaylaştırın.
Aksi hâlde kent insanları topluca size tavır almak gibi bir karakter kazanmak üzere…
Yorumlar
Kalan Karakter: