***Bazen yazıklarını beğenmiyor, olduğu gibi çöpe atıyor. “Önemli değil.
Çöpe gitsin. Yeter ki kalem küsmesin” diyor
YEŞİM ERSOY
Bundan 33 yıl önce babasının işi olarak çalıştığı Münih’te dünyaya gelmiş genç yazar Senem Tekinkoca. Babası emekli olunca 1986 yılında Türkiye’ye kesin dönüş yapmışlar. Yaklaşık 3 yıl kadar Ankara’da kaldıktan sonra, yıllık izinlerinde geldikleri Antalya’nın portakal ağaçlarına vurulan anne ve babası buraya yerleşmeye karar vermiş. 1989 yılında Antalya’ya yerleşmişler. Bütün ‘olacak çocuk’lar gibi onun da yazmaya eğilimi daha ilkokul çağlarında ortaya çıkmış. Şiirler, öyküler yazmış ufak ufak.
BULSA BİR DAHA OKUYACAK
Durup dinlenmeden de okumuş. Dersleri, akşam yemekleri bitip uyku saatleri gelince, ebeveynleri iki kardeşiyle birlikte Senem’i de yatağa yollarlarmış. Babaları gelip ışığı söndürürmüş. İşte o zaman bile kitap okurmuş. Nasıl mı? Yorganın altında el feneri ışığında! . “Benim çocukluğumda Kemalettin Tuğcu vardı. Çok acıklı yazdığı için sonradan çocukların psikolojisini olumsuz etkiliyor diye yasakladılar. İlkokul 2’inci sınıftayken onun ‘Satılık Çocuk’ adlı kitabını okumuştum” diyor.
O kitabı 8- 10 defa okumuşumdur” diyor. Aynı kitabı, defalarca okuyan biri olarak merak ediyorum, defalarca okuma alışkanlığı hala devam ediyor mu diye… Verdiği cevaba ikimiz de dakikalarca gülüyoruz:
“Kemalettin Tuğcu’nun (Satılık Çocuk)’unu bulamadım. Çok istedim.
İnternette filan çok aradım. Birkaç kez okuduğum kitaplar var ama ‘Satılık Çocuk’u bir kez daha okuyabilmeyi çok isterdim.”
SAHNE BÜYÜLEMİŞ
Küçüklüğünde Antalya’da kitaba ulaşabilmenin çok zor olduğunu hatırlıyor. “Bir Kışlahan vardı, bir de Selekler Çarşısı. Orta okulda okurken, hala dostum olan Yasemin ile okuldan kaçar, kitapçıya giderdik”
diyor. Bir de ilk kez tiyatroya gittiği günü çok iyi hatırlıyor. 8 yaşındaymış. “Koltuğa oturdum, etrafa baktım. Evin dışında farklı bir yer. Ben böyle bir yerde çalışmak istiyorum dedim. Sahne beni çocukluğumdan beri büyüler. Sanatçı olmak isteği değil ama bu” diye anlatıyor.
BABAANNEDEN DESTEK
Ailesi yazması konusunda desteklemiş mi? Hayır çünkü yazma yeteneğinin farkında değillermiş ama (Bırak yazmayı da matematik çalış, fizik çalış) da dememişler. Kitap istediğinde babası gidip satın almış. Bu kız okumak istiyor diye babaannesi Almanya’da çalışıp özel okulda okutulmasına destek olmuş. Her türlü fedakarlığı yapmışlar. Yazma konusunda en büyük destek öğretmenlerinden gelmiş. Antalya Koleji’nde okurken, Orta 2’de gazeteci olmak istediğine karar vermiş. Ailesinin tepkisini merak ettim.
HEVESTİR GEÇER
Lise sona gelene kadar pek umursamamışlar. “Daha çok yolu var. Vaz geçer diye düşündüler herhalde diyor. Aynı yollardan geçtiğimiz fark edip çok gülüyoruz. Ya Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü kazandığında? Anlatıyor:
“Ailemden bir tepki gelmedi ama çevremdeki insanlardan, (Puanın mı
yetmedi) sorusunu duydum. O zamanlar gazetecilik çok da meslek olarak algılanmıyordu. Bugün de yazarlık aynı şekilde. Gazetecilik kadın mesleği olarak da görülmüyordu. Yine ailemden gelmedi ama çevremden, (Kadından da gazeteci mi olur) duydum. Dik başlıyım ben. Dinlemedim bunları. Gazeteci olmak tamamen bana ait bir şey. Tek başımaydım.
Emeğimle geldim buraya. Okul bitti geldim, iş bulamadım. Kimseye (İş
bulamadım) demedim.”
Sonra işini bulmuş. Dört yıl kadar Akşam Gazetesi’nde kültür- sanat muhabiri olarak çalışmış. Daha sonra çeşitli dergilere yazılar yollamış.
Bir dönem Opera’da basın bürosunda çalıştı.
DIŞARIDAKİ HAYAT
Gazetecilik yıllarını hatırlamıyorum ama basın danışmanlığında gayet de başarılıydı. Niye ayrıldığını merak ediyorum. “Tepenizdeki insan bir süre sonra size köle gibi davranıyor. Özel sektörde ticari kaygı var, devlette ise makam hevesi! Üstlerine el pençe divan, astlarına köle muamelesi… O zaman (Dışarıda farklı bir hayat var) diyor insan. Opera’ya
2010 yılında girdim, 2013’te ayrıldım. 2009 yılından bu seneye kadar Antalya Piyano Festivali’nde çalıştım. Kadir Dursun ile devam ediyoruz.
Çok ekmeklerini yedim. Çok değer verdiğim insanlar” diyor.
“Bugünkü Senem’in aklıyla hareket etsen, gazeteci olacağım mı derdin yazar mı” diye soruyorum. (Gazeteci olacağım) dermiş. “O yoldan geçmek isterdim. İnsan hayata bir kez gelir ve bir kez yaşar. Ama gazeteci olduğun zaman, başka hayatları gözleme, ilerine girme şansın oluyor.
Yoksa insanları ne kadar tanıyabilirim? Sonuçta 33 yaşında bir insanım”
diye açıklıyor.
İŞE GİDER GİBİ
Yazmak için insan tanımak tek başına yeterli değil tabii. Senem Tekinkoca, her sabah Sabah 06.30 gibi uyanıyormuş “Yarım saat kadar kahve keyfi, kendime gelme aşaması. Televizyon izlerim ama haber değil. Sabah çok erken saatte haber izlersem enerjim düşüyor. Sonra üç dört saat aralıksız kitap okuyorum. Roman, siyaset, bazen ekonomi ile birlikte siyaset, felsefe din, biyografi. Tarihi romanları çok seviyorum” diyor. Ailesiyle birlikte yaşadığı apartmanın giriş katındaki ev-ofis dairenin salonundayız. Duvar kenarları, raflar kitap dolu. Orta sehpasının üzerinde de bir düzine kadar kitap… Bu aralar hangisini okuduğunu soruyorum. Hepsini de okuyormuş! “Çocukluktan beri böyleyim. Hiçbir zaman tek kitabı alıp başından sonuna kadar okuyup kapatmadım. Benim oturduğum yer, bir kahve kupası ve kitap ile bellidir” diyor.
“Kitap okumak senin için keyif, yaşam biçimi ama yazabilmek için de egzersiz gibi okuyorsun öyle mi?” diye soruyorum. Okumanın çok önemli olduğunu söylüyor ve devam ediyor:
“İlk kitaptan sonra kendileri de yazmak istediklerini söyleyen insanlarla konuştum. İlk sorum, (Kitap okuyor musun) oldu. (Vakit
buldukça) diyorsa kesinlikle ilgilenmiyorum. Sabah kalkıp işe gitmek gibi, mesai gibi olmalı okumak. Sabah kitabımı okuduktan sonra bir saat mola veririm. Sonra yazmaya başlarım. Ne yazdığım hiç önemli değil.
Günde 5 sayfa mutlaka yazarım. O 5 sayfayı daha sonra çöpe atabilirim.
Hiç problem değil. Bazen 30 sayfa yazdığım gün de oluyor. Bazen öyle oluyor ki iki satırı üst üste yazamıyorum. Ama bırakmıyorum. Çünkü onu bıraktığınız zaman kalem küsmeye başlıyor.”
KOMŞULARLA ZEYTİN TOPLAMAK
Sizin benim gibi bir hayatı var. Öyle gece hayatı filan yok. Eve düşkün.
Üzerinde eşofman, ayağında babetleri, bir kupa dolusu kahve, kitapları, bilgisayarı yetiyor. Antalya’ya yerleştiklerinden beri oturdukları apartmanın bahçesindeki zeytin ağaçlarından komşularıyla zeytin toplamak büyük keyif onun için. Neşeyle anlatıyor, “Mevsimi gelince önce yeşilken topluyoruz. Onlar çıtlatılıyor. Biraz bekliyoruz, sonra da siyahlar için bahçede buluşuyoruz.”
EN GÜZEL HEDİYE TAŞ
Taş koleksiyonu var. Cam kapaklı bir dolapta saklıyor. Birini Fazıl Say’ın Tokyo Konseri’nden dönerken Kadir Dursun Japonya’dan getirmiş mesela. Birini dağcı kuzeni, tırmandığı dağdan… Sana ne hediye getireyim diye sorana, “Taş” diyormuş. Taşların, çağlar boyunca üzerine basan, elini süren insanların izlerini taşıdığını düşünüyor.
Yorumlar
Kalan Karakter: