Hayvan dostları, yardımın hep çok geç kaldığını bildikleri için işi hızlandırmak adına bazen abartının sınırlarını zorlar. O yüzden temkinliydik. Hayvan hakları savunucusu 3 arkadaş görmeye gittik. Az bile anlatmışlar. Bahçe duvarının dibine gerçekten kısacık bir zincirle bağlanmış. Su kabı erişemeyeceği kadar uzakta ve devrilmiş, yemek niyetine ıslatılıp atılmış ekmekler küflenmiş, yemyeşil. Kendi kurumuş dışkıların arasında zinciri zorlayarak hoplayıp zıplıyor ve susmamacasına bağırıyordu. Ama çok ilginçtir, hayatımda gördüğüm en iri, tombul kurt köpeğiydi.
* * *
Büyükşehir Belediyesi hayvan kurtarma timini çağırdık. Bu arada da sahiplerini aradık. Bir aylığına memlekete gitmişler. Şaka gibiydi! Bir akrabaları günde bir kez gelip hayvana su ve ekmek atıp gidiyormuş. O daha arkasını dönmeden, devamlı zincirine asılıp hoplayan hayvan su kabını deviriyormuş. Komşular da o sıcakta hayvancık susuzluktan ölmesin diye yan bahçelerden hortum sarkıtıp su içiriyorlarmış. Hayvan kurtarma timi geldiğinde, zaten kısa olan zincirinin bir de boğazına oturacak kadar sıkı olduğunu gördük. Timdeki bir görevli, ağzından fırlayan küfür için özür dilerken, “Bunca yıldır bu işi yapıyorum, böyle şey görmedim. Bu hayvan nasıl boğulmadı anlamıyorum” dedi. Belediyenin demir parmaklıklı kurtarma aracına koyduklarında yüzünde beliren endişe ifadesini ölene kadar unutamam. Nereye götürüyorlardı, başına ne gelecekti?
* * *
Belediyenin bakımevinde bir aydan fazla kaldı. Haftada bir iki arayıp sordum. Gayet iyi diyorlardı. Sonra bir gün isimsiz bir telefon geldi, bizim kurt barınak öksürüğü (kennel cough) diye bilinen bulaşıcı ve tedavi edilmezse öldürücü bir hastalığa yakalanmış. Atladık arkadaşın arabasına doğru Kepezaltı. Köpeği veterinere götüreceğimi söyledim. Sanırım sert ve uzlaşılmaz görünüyordum ama umurumda değildi. “Barınaklarda ölüm maalesef olur” cümlesinin arkasına saklanan kurum veterineri sayısı arttıkça benim de öfkem artıyor. Neredeyse yarım saat getirilmesini bekledik. Tasmasız olarak önden koşarak kalabalık odaya girdi. Tüylerinin topaklanmış yerlerini alelacele kesmişler. Şekilsiz bir şey olmuş. Fazla büyük sayılmayacak odada belki on kişiydik. Ayaktakilerin arasından zig zaglar çizerek hızla üzerime geldi. Başını dizime koyup gözünü gözüme dikti. Beni sahiplenmişti! İlk sahiplerinin ne isim verdiğini bilmediğim için ‘Toros’ dedim ona. Kayıtlara öyle geçti.
* * *
Burnundan yere şıp şıp damlayanlara, ha bire keh keh yapmasına, şekilsizliğine, o güne kadar çektiği çilelere rağmen bir hayvan bu kadar mı neşeli olurdu!
Antalya Veteriner Hekimler Odası Başkanı Muammer Saygılı’nın kliniğine gittik. Hayvanın huyunu suyunu bilmeyiz. Çok da iriyarı! Muayene masasına çıkaracağız da nerede o cesur yürek… Biz bir kahraman çıksa diye birbirimize bakınırken o kuyruğuyla çöp kutusunu, burnuyla dolabın üzerindeki ilaçları deviriyor, en kocaman sesiyle durmadan havlıyordu. Odayı gittikçe dayanılmaz hale gelen berbat bir koku da kaplıyordu bu arada. Hayatında su yüzü görmemiş belli ki!
Muayene masasına elimle vurup, “Atla” dedim. Hiç umudum yoktu ama masaya çıkıverdi. Bu sefer masanın üzerinde fırıl fırıl dönüp havladığı için veterinerlere dehşet salıyordu. Saygılı’nın 20 yıllık hukukumuzu bir kalemde silip bizi kapının önüne koymasından korktum. Boynuna sarıldım hayvanın, muayene masasına oturması için bastırırken ninni söylemeye başladım. Bir dakika sonra masaya uzanmış, ninninin peşine taktığım şarkı ve türküler eşliğinde vücuduna giren iğnelere, bağlanan serumlara sabırla katlanıyordu. Tedavisi bir hafta süreceği için onu klinikte bıraktım. Bir hafta sonra gidip alacaktım. Ertesi gün Saygılı aradı, “Bana bak, gelip şu itine şarkı mı söyleyeceksin türkü mü söyleyeceksin… Bizi odaya sokmuyor” dedi.
* * *
Bir hafta her gün aynı saatte gidip ona şarkılar, türküler söyledim. Veteriner hekimlerden gelen istek parçalarını da geri çevirmedim! O da uslu uslu tedavisini oldu. Hayatımızda bu kadar aç bir hayvan görmediğimizde hemfikirdik. Yiyecek kabını görünce bakıcıların üstüne atlıyor, yerlere saçtığı mamaları çiğnemeden yutuyordu. Yere düşmüş kağıt mendilleri, kuruyemiş kabuklarını, üzerinde bir parça kalıntı olan dondurma ambalajlarını hiç affetmiyordu!
Saygılı ve arkadaşları bana teslim etmeden önce onu tıraş etmek istemiş. Almaya gittiğimde klinikteki herkesin suratı kağıt gibi bembeyazdı. O kadar pismiş ki, tıraşı ancak nöbetleşe yapabilmişler ve tıraşa giren midesindekilere mukayyet olamamış. Yanıma getirdiler, o iri yarı hayvan gitmiş yerine sıska, kaburgaları tek tek sayılabilecek bir yaratık gelmiş. Meğer bütün numarası hiç yıkanmayan, taranmayan tüylerindeymiş!
Hiçbir şey umurunda değildi, hoplayıp zıplamaya ve de kulakları tırmalayan bir sesle havlamaya devam ediyordu.
* * *
Eve geldik. Yürümeyi bilmiyordu, o güne kadar hep zincirin etrafında dönmüş. Su içmeyi bilmiyordu, su kabında hiç su olmamış. Doymayı bilmiyordu, hep aç kalmış. Bir de kronik hastalığı çıktı! Sokağa çıktığımızda komşularım bize acıyarak bakıyordu. Kronik rahatsızlığının tedavisi sırasında bir veteriner hekim bir gün dayanamadı, “Oğlum sen nasıl bir şeysin ya! Nasıl yaşıyorsun” diye soruverdi. Ama benim kahraman oğlumu bunların hiç biri yıldırmadı. Bir kere artık pek şekilsiz sayılmaz, uzaylı yaratık Alf’i andırıyor! Hala hoplayıp zıplıyor, hala kendisine gösterilen en ufak sevgi belirtisine karşılık vereceğim diye insanların üstüne atlayıp deviriyor, hala bir top gördüğünde kendini yerden yere atıp acıklı sesler çıkararak ele geçirmeye çalışıyor, hala ele geçirdiği topu tutmayı beceremediğinden 30 saniyede patlatıyor, hala olması gereken kiloya ulaşamadı ve hala poposuyla bir şeyler deviriyor ama olsun. Benim oğlumu olumsuzluklar hiç etkilemiyor. O hep mutlu. Biz hep mutluyuz.
Yorumlar
Kalan Karakter: