“Ağlayabiliyorsanız yüreğinizde özlem ve merhamet var demektir…”
Bu sözü nerede okuduğumu hatırlamıyorum ama zor durumdaki bir canlı ile karşılaştığımda hemen aklıma geliverir…
Lakin sadece merhamet duyguları yoğun olduğunda insan ağlamaz, özlem duygularının yoğunlaştığı durumlarda da ağlar…
Sabah uyandığımda her zamanki gibi, bir hafiflik yerine yine yürek buruntusu ile kalktım…
Gökyüzü kapalı.
Gökyüzü gibi yeryüzü de griydi ve iç karartan bir aydınlık vardı…
Genel görüntüye uyarcasına verandanın çatısına konup uçan serçeler de griydi…
Odama daha çok ışık girsin diye panjurları açtım…
I-ıhh… Nafile.
İçerisi de dışarısı gibi griye boyandı…
Yüreğim daraldı…
Bir şeyler yapmalı, bu ruh halinden çıkmalıydım…
Telefonuma takıldı gözüm, hemen aldım…
Sosyal medyada dolaşırsam açılırım diye düşündüm ve telefonumun açma düğmesine basınca ekran resmi yaptığım oğlumun, gelinimin ve henüz 2 aylık olan torunumun resmi karşıma çıkınca durdum ve adeta dondum…
Saniyeler sonra ağladığımı fark ettim…
Yurtdışında yaşıyorlardı…
Özlemiştim oğlumu, gelinimi ve henüz görüp koklayamadığım minik Arya’yı…
Oysa bir dede olarak kulağına ezan okumayı ve adını fısıldamayı çok isterdim…
Bu isteğim, bir inancın tezahüründen ziyade “dede olma onurunu” yaşamaktı…
En son ne zaman oğlumu kucaklamıştım, hatırlamıyorum…
Sabaha karşı hastane koridorunda, doğum hemşiresinin kucağıma verdiği kırmızı suratlı hali gözlerimin önüne geldi.
O an yanağından hafifçe öperken burnuma dolan “oğlum kokusunu” yeniden duydum…
Büyüme çağında gözlerine gelip oturan muzip ve dalgacı bakışları ile o fırlama tavırlarını düşündüm ve ağlarken gülümsedim bir an.
Özlem duygusunun beni daha fazla esir almaması için hemen tweter sayfamı açtım.
İlk karşılaştığım paylaşım, “Ahmet Altan’ın, Kâğıt Flüt” yazısı oldu.
Serbest bırakıldıktan sonra ve yeniden tutuklanmadan önce yazdığı son yazıymış…
Meraklandım…
Bir solukta değil, ağır ağır ve sindirerek okudum…
Yazı bittiğinde şok oldum adeta.
Boğazıma bir şeyler geldi oturdu…
Yeniden ağlamamak için kendimi zorladım.
Altan, oğlu yaşındaki “Selman” isimli ve hiç ziyaretçisi gelmeyen (muhtemelen Fetö tutuklusu olduğu için) bir tutukluyu anlatıyor…
Onun her durumdaki tevekkülünden, sabrından ve inanılmaz el becerilerinden söz ediyor…
Şöyle diyor yazısında Altan…
“Bir flüt sesi.
Avluya çıktım.
Selman sırtını duvara dayamış, gözlerini kapamış elindeki flütü çalıyordu.
Çevredeki hücrelerde sesler kesildi, herkes bu müziği dinliyordu.
(..) saatlerce çaldı Selman.
Avlu kapısı kapanınca nereden bulduğunu sordum flütü.
Takvim kartonlarından yapmış, ağızlık kısmına da bir soda şişesinin ağzını kesip ağızlık olarak takmış…”
Özlem ve merhamet duygularının harmanında allak bullak hale geldim.
Ahmet Altan’ın fetöcü olup olmaması, suçlu olup olmaması yargının işi ve değerlendirmesini yargı yapar…
Ama edebiyatçı olarak gerçekten muhteşem bir yazar…