Hitler’i, Hitler yapan Halkı Aydınlatma Bakanı Goebbels şöyle diyor bir açıklamasında;
‘İnsanları kirletmenin en etkili yolu yalan söylemektir.
Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır.
Olmazsa, yalana devam edin.
Siz yorulunca herkes inanmış olacak…”
Goebbels haklı çıktı…
Yalan söyleyenler yoruldu ama toplumun büyük çoğunluğu da bu yalanlara artık inanıyor…
Gırtlak gırtlağa yaşamayı dayatan sistemin –varlığını sürdürmesi, kendini hem yineleyip hem de yenilemesi için- ördüğü duvara bir tuğlada kendisi koyanlar…
Gözlerindeki çöpü görmeden başkalarının kıçında mertek arayanlar ve bunu “siyaset adına” yapanlar bu kirlenmeye ve yalanlara ortak olmuyorlar mı?
Kirlenmeye bu kadar açık ve yakın olan bir toplumda yalanlarla yaşayan, siyasi mücadelenin ne için ve nereye varmak için yapıldığını unutan ya da unutturulan kerameti kendinden menkul kimi insanların çıkardığı hay-huy seslerini, siyaset olarak anlatmalarından da artık bıktım.
Hiçbir heyecan yok…
Gözlerde hep kuşkulu bakışlar ve endişe hâkim…
İnsanlar ya nasıl meclis üyesi olurum ya da yakın durduğu belediye başkan adayı kazandığında hangi projeleri(!) nasıl kabul ettiririm kafası ile dolaşıyor…
Yalanlarla yaşıyor, yalanlarla kirleniyor ve kirletiyorlar…
Demokrasi, özgürlükler ve sınıfsal kazanımlar insanların gündeminde değil…
Devlet tarafından “öğretilmiş vatandaşlık” modeli içinde kendilerince siyaset yapıyorlar…
Eleştirel hiçbir bakışları olmadan genel başkanlarının belagatli konuşmasını kendilerinden geçercesine dinleyip kafa sallayanların ve yanlarında zift kadar kararmış suratlarıyla kirlenmiş insanların, benim kaderimi belirlediği yerlerde yaşamaktansa yaban hayatın kollarına atılmak daha yeğ değil mi?...
Godot’yu bekler gibi hep “yarın… yarın” diyerek bir türlü gelmeyen yarınları beklerken farkında olmadan kirlenmektense…
Ve zaman içinde o hay-huylara farkında olmadan katılmaktansa...
Seçimi, yerel yönetimleri, siyasi partileri, siyaseti, geçimi, parayı…
İnsana dair “yalanları ve kirletici” her şeyi geride bırakmayı, dönüp bakmamayı öyle çok ister hale geldim ki…
Ne nafaka bulma yerine insanların elinden yem yiyen “insanlaşmış” güvercinlere, ne de doğallığı kalmamış, kimyasal gübrelerle büyütülen masamdaki çiçeklere karşı bir yakınlık hissetmiyorum artık…
Size de bazen öyle olur mu?
Bilmiyorum, pastoral bir günümdeyim galiba…
Öyle anlar geliyor ki, “artık yeter” deyip yalnızlığın sesine, doğanın o gizemli sessizliğini katma düşüncesi ağır basıyor.
Rengârenk, bin bir kokulu kır çiçeklerinin bir kucak dolusunu kollarımın arasına alıp sırtüstü uzanmak ve sadece…
Evet, sadece uzanmak, hiçbir şeyi düşünmemek ve sadece kendimi hissetmek…
Yaşadığım her şeye okkalı bir kafa atarak suntıraç* kadar keskin bir viraj alıp mutluluk oyunları oynamayacağım bir yerde, mesela doğanın tam göbeğinde olmak…
Haylaz dağ serçeleriyle top oynamak
Ya da hışırtılı bir meltemin eşlik ettiği saka kuşlarının korosuyla kendimden geçmek…
*suntıraç: atların toynaklarını kesen keskin bıçak…
***
‘İnsanları kirletmenin en etkili yolu yalan söylemektir.
Yalan söyleyin, mutlaka inanan çıkacaktır.
Olmazsa, yalana devam edin.
Siz yorulunca herkes inanmış olacak…”
Goebbels haklı çıktı…
Yalan söyleyenler yoruldu ama toplumun büyük çoğunluğu da bu yalanlara artık inanıyor…
Gırtlak gırtlağa yaşamayı dayatan sistemin –varlığını sürdürmesi, kendini hem yineleyip hem de yenilemesi için- ördüğü duvara bir tuğlada kendisi koyanlar…
Gözlerindeki çöpü görmeden başkalarının kıçında mertek arayanlar ve bunu “siyaset adına” yapanlar bu kirlenmeye ve yalanlara ortak olmuyorlar mı?
Kirlenmeye bu kadar açık ve yakın olan bir toplumda yalanlarla yaşayan, siyasi mücadelenin ne için ve nereye varmak için yapıldığını unutan ya da unutturulan kerameti kendinden menkul kimi insanların çıkardığı hay-huy seslerini, siyaset olarak anlatmalarından da artık bıktım.
Hiçbir heyecan yok…
Gözlerde hep kuşkulu bakışlar ve endişe hâkim…
İnsanlar ya nasıl meclis üyesi olurum ya da yakın durduğu belediye başkan adayı kazandığında hangi projeleri(!) nasıl kabul ettiririm kafası ile dolaşıyor…
Yalanlarla yaşıyor, yalanlarla kirleniyor ve kirletiyorlar…
Demokrasi, özgürlükler ve sınıfsal kazanımlar insanların gündeminde değil…
Devlet tarafından “öğretilmiş vatandaşlık” modeli içinde kendilerince siyaset yapıyorlar…
Eleştirel hiçbir bakışları olmadan genel başkanlarının belagatli konuşmasını kendilerinden geçercesine dinleyip kafa sallayanların ve yanlarında zift kadar kararmış suratlarıyla kirlenmiş insanların, benim kaderimi belirlediği yerlerde yaşamaktansa yaban hayatın kollarına atılmak daha yeğ değil mi?...
Godot’yu bekler gibi hep “yarın… yarın” diyerek bir türlü gelmeyen yarınları beklerken farkında olmadan kirlenmektense…
Ve zaman içinde o hay-huylara farkında olmadan katılmaktansa...
Seçimi, yerel yönetimleri, siyasi partileri, siyaseti, geçimi, parayı…
İnsana dair “yalanları ve kirletici” her şeyi geride bırakmayı, dönüp bakmamayı öyle çok ister hale geldim ki…
Ne nafaka bulma yerine insanların elinden yem yiyen “insanlaşmış” güvercinlere, ne de doğallığı kalmamış, kimyasal gübrelerle büyütülen masamdaki çiçeklere karşı bir yakınlık hissetmiyorum artık…
Size de bazen öyle olur mu?
Bilmiyorum, pastoral bir günümdeyim galiba…
Öyle anlar geliyor ki, “artık yeter” deyip yalnızlığın sesine, doğanın o gizemli sessizliğini katma düşüncesi ağır basıyor.
Rengârenk, bin bir kokulu kır çiçeklerinin bir kucak dolusunu kollarımın arasına alıp sırtüstü uzanmak ve sadece…
Evet, sadece uzanmak, hiçbir şeyi düşünmemek ve sadece kendimi hissetmek…
Yaşadığım her şeye okkalı bir kafa atarak suntıraç* kadar keskin bir viraj alıp mutluluk oyunları oynamayacağım bir yerde, mesela doğanın tam göbeğinde olmak…
Haylaz dağ serçeleriyle top oynamak
Ya da hışırtılı bir meltemin eşlik ettiği saka kuşlarının korosuyla kendimden geçmek…
*suntıraç: atların toynaklarını kesen keskin bıçak…
***