Saray.
Saraylar…
Yazlık, kışlık, oturmalık, öğünmelik…
Tarih boyunca kibrin ve gücün simgesi, zalimin nişanesi, mazlumun kanı, bedduası olmuştur.
Son saray birkaç gün önce büyük törenlerle açıldı; “Ahlât Sarayı…”
Bu sarayla birlikte 9 olan saray sayısı 10 oldu.
Sırada yazlık Saray var.
İtibarda israf olmaz ya…
İhtimaldir ki o saray da buna benzeyen, debdebe ve şaşanın, akıllara ziyan gösterilerin sergilendiği bir açılaşa sahne olacak.
Açılışı izlerken “karanlık bir cümlede” durur gibi durdum.
Bir insan bu kadar sarayı niçin ister?
Şan, şöhret, itibar… Güç, ihtiras, iktidar…
İktidarı için tarihi bir referans mı?
Eğer öyleyse Settül Bahir’e, Dumlupınar’a neden birer saray yaptırmaz?
Konuyla alakalı değil ama nedense birden aklıma Tolstoy’un az bilinen hikâyesi geldi.
Pokhom 500 dönüm kadar toprağı olan bir çiftçidir.
Ama daha çok toprağı olsun ister.
Bir gün köyüne gelen bir seyyah, ona Başkirlerin yaşadığı bakir topraklardan söz eder. Orada toprak çok bereketlidir, bir insan günlerce yürüse toprağın son sınırına erişemez. Başkirler aynı zamanda çok saftırlar. Ellerine birkaç ruble sıkıştırdın mı binlerce toprağı ellerinden alabilirsin…
Bunu duyan Pokhom yanına hediyeler alır ve seyyahın sözünü ettiği bölgeye varır.
Gerçekten de her şey anlatıldığı gibidir. Toprak sonsuz ve bereketlidir.
Hediyeleri verir ve toprak almak istediğini söyler.
Başkirler hediyelere sevinmiştir.
Obanın en yaşlısı çağrılır.
-İstediğin kadar toprak seç der yaşlı adam gülümseyerek, çok arazi var.
-Kaça” diye sorar Pokhom
-Günlüğü bin ruble. Bir günde ne kadar mesafe kat edersen o kadar toprak senin olacak.
-Bir günde insan çok mesafe kat edebilir?
-Hepsi senin der ihtiyar gülerek. Ama bir şart var. Eğer güneş battığında başladığın yere dönmezsen toprağı da, parayı da kaybedersin…
Kabul der Pokhom.
Ertesi sabah güneş doğarken Pokhom ve Başkirler tepede buluşur.
İhtiyar kalpağını yere kor ve “buradan başla” der, “gördüğün her yer bize ait, bir dikdörtgen çiz içindeki toprak senin olsun”
Pokhom bin rubleyi kalpağın içine atar ve zıpkın gibi fırlar.
En az 50 kilometre yürürüm diye düşünür. Beş kilometre yürüdükten sonra sola dönmeyi düşünür ama daha erken beş kilometre daha yürüyeyim diyerek devam eder.
Sonra sola döner. Yürü babam yürü! Toprak o kadar güzel, ağaçlar o kadar sıktır ki geri dönmeyi düşünmez. Tam geri dönecekken, gördüğü sulak araziden vazgeçemez.
Saatlerce yürür.
Şu bağ-bahçe, şu ova derken geriye bakar. Güneş inmek üzeredir. Tepede Başkirler karınca gibi görünmektedir. Onlara doğru koşmaya başlar. Nefes nefesedir. Bir yandan da düşünür: “Neden bu kadar uzağa gittim, ya her şeyi kaybedersem…”
Adımlarını sıklaştırır, kan ter içinde, tam takati tükenirken yamaca varır.
Güneş batmıştır.
Yaşlı adam tepeden seslenir.
-Burada güneş batmadı henüz, acele et!
Potkom son bir gayretle koşar. Sırtından ter boşanmakta, bacakları titremektedir, tam güneş batarken kendini kalpağın üzerine atar.
“Bravo” diye bağırır yaşlı adam, “çok toprağın oldu.”
Ama Pokhom duymaz.
Ağzından kan gelir ve ölür...
Bir uçtan diğer uca iki metreyi geçmeyen bir çukur açıp içine gömerler.
Yaşlı adam bir kahkaha atar.
-Artık yeteri kadar toprağın var…
İbn-i Haldun’un dediği gibi:
“Devletin de, iktidarların da tıpkı insanlar gibi bir ömrü vardır.
Bu Türkiye’nin de içinde bulunduğu bütün “Doğu” toplumları için geçerlidir, hatta kaderidir; başlangıcı cevval ve vasiyete uygun, ortası durağan ve vesayete açık, sonucu ise köhnemiş ve vesayetin her tarafı kapladığı bir devridaim…”
O gün törenleri izlerken bunları düşündüm.
Sarayın önünde mavi patiskadan bir deniz, Van Gölü uzanıyordu. Arkasında Ağrı Dağı vardı ve mevsimin ilk karı düşmüştü, dorukları bembeyaz parlıyordu...
“Mizra Arabacı”