Tarihe adını nasıl yazdırırsın…
Başkan Türel, “İleri Düzey Liderlik Programında” gençlerle sohbet ederken “Adımı tarihe unutulmaz belediye başkanları arasına yazdırmak istiyorum…” demiş.
Son derece önemsediğim bir söz oldu bu.
Anadolu’nun bir çok kentinde ve Antalya’da hala anılan ve sanırım yüzlerce yıl sonra bile anılacak olan belediye başkanları vardır.
Adlarını tarihe yazdıran bu başkanların kimisi başarılarıyla, kimisi de beceriksizlikleri ve olmadık acayip işler yaparak yazdırmışlardır.
Sadece konuşarak ve “ulu öndere(!)” selam göndermek babından uçuk/kaçık projeleri anlatıp duranların tarihe adını yazdırdıklarına henüz rastlamadım.
İki ya da daha fazla seçim kazananlarında tarihte adına pek rastlanmaz.
Bu konuda birkaç örnek vermek gerekirse aklıma ilk gelen isim ünlü “asfalt Osman’dır.”
İzmir’i çamurdan kurtarma iddiasıyla başkan olan Osman Kibar, 10 yıl içinde asfaltlanmadık yol bırakmamıştı.
Kent merkezindeki at ve el arabalarından İzmir’i kurtarmıştı.
Keza son dönemlerin unutulmayanlarından biriside “Terzi Fikri’tir…”
Halk meclisleri kurarak halkın doğrudan belediye yönetimine katılımını sağlayan tarihteki ilk belediye başkanıdır.
Yine “Vedat Dalokay,” Ankara’yı gerçek anlamda Ankara yapan başarıları ile tarihe geçmiştir.
Yaşayan efsane olarak adlandırılan “Prof. Yılmaz Büyükerşen,” Eskişehir’i modern ve batılı ölçeklerde bir kent yapmasıyla da unutulmayacak belediye başkanları arasında sayılır.
Antalya’da da unutulmayan belediye başkanları var.
Mesela “Hüsnü Karakaş.”
Bu zat, 1930 yılında Kaleiçi’nin limandaki surlarını yıktırarak “tarihi katliam” yaparak tarihe geçmiştir.
Keza “Dr. Burhanettin Onat” 1946 yılında seçilmiş ama 8 ay sonra meclis kararıyla “yetersiz ve güvenilmez” olduğu gerekçesiyle görevden alınmasıyla tarihe geçmiştir.
“Dr. Avni Tolunay,” Altın Portakal Film Festivalinin kurucusu olarak unutulmayanlar arasındadır…
Son dönemin unutulmayacak belediye başkanları arasında “Dr. Bekir Kumbul’u” da sayabiliriz.
“Biyolojik arıtma” ile sahilleri kirlenmekten kurtarması ve bugün sahillerin mavi bayraklarla donatılmış olması nedeniyle tarihe adını yazdırmış belediye başkanları arasındadır.
Gelelim Başkan Türel’e…
O da adını unutulmayan başkanlar arasında tarihe yazdırmak istiyor…
Elbette yazdırabilir…
Ama 30 Mart 2019 seçimlerinde yeniden seçildiği takdirde bu şansı hala var.
Çünkü aralıklı olsa da 10 yıldır yaptığı belediye başkanlığı döneminde adını tarihe yazdıracak rutin işler dışında dişe dokunur bir şey ortaya koyamadı.
Ama isterse bugüne kadar yaptıklarıyla yine de tarihe adını yazdırabilir.
Antalyalı sanatçıları zorla yerinden attığı ANSAN’ın yerini satarak,
Film Festivalinden yerli film yarışmasını çıkarmış olarak,
Her doğan çocuğu 5 bin lira borçla dünyaya getirtmekle,
Ve göreve gelir gelmez 2 bin işçiyi CHP’li oldukları gerekçesiyle işten atarak açlığa mahkum etmekle tarihe adını yazdırabilir.
***
Muhacir doktorun, hasta ensara yaptığı…
Tam uyuklamaya başlamıştım ki cep telefonumun zıplatan sesiyle kendime geldim ve “kim bu saatte arayan münasebetsiz” diye söylenerek ekrana baktığımda eski bir tanıdığın aradığını gördüm.
Geç saatlerde pek açmam telefonumu, ürkerim çünkü…
Ancak tanıdığım birinin o saatlerde aramasından meraklandım ve açtım.
Alo… Abi rahatsız ettim kusura bakma… Estağfurullah Ahmet, buyur… Abi başımda bir dert var ancak sen ilgilenirsin diye düşünerek aradım. Dinliyorum Ahmet nedir derdin. Abi 7 gün önce çocuğumun öksürüğü durmayınca Konyaaltı’ndaki bir özel hastaneye gittim. Çocuk doktoruna yönlendirdiler. Doktor muayene etti, bütün tahlilleri yaptırdılar ve röntgenlerini çektirdiler. Eee ne var bunda elbette yapacaklar… Abi sorun bunlar değil. Tahlil sonuçları ve röntgenlerden sonra doktora gittik yeniden ve sordum neyi var çocuğumun diye. Doktor anlattı ama anlamadım çünkü Türkçeyi kafasını gözünüm kırarak konuşuyordu. Anlamadım? Abi doktor Suriyeliymiş. Kıt kanaat Türkçe biliyormuş. Her neyse. Verdiği ilaçları aldık eve geldik. Aradan 3 gün geçti çocukta hiç düzelme yok. Yeniden aynı doktora gittik bu kez antibiyotik verdi ama onunda faydası olmadı.Ahmet, doktor Suriyeli deyince ilgim daha da arttı ve dikkatle dinlemeye başladım.
Ee.. E si şu. Biliyorsun ben kuaförüm. O gün dükkâna kadın bir çocuk doktoru geldi ve çocuğumu o halde görünce kısa bir muayene etti ve “tedaviyi kesin ve hemen çocuğu Üniversite Hastanesine götürün durumu iyi değil” dedi ve Suriyeli doktorun teşhisinden farklı bir şey söyledi. Bende Üniversite Hastanesine götürdüm, muayene ettiler ve hemen Yoğun Bakım Servisine aldılar. Çocuğumun nesi var diye sorduğumda oradaki doktorlarda dükkâna gelen doktorun dediklerinin aynısını dediler… Çok üzüldüm Ahmet… Benim yapabileceğim bir şey var mı? Bende onun için seni rahatsız ettim abi. Sen gazetecisin Üniversitede tanıdıkların vardır. Rica etsem bir hocayla görüşür müsün çocuğumun durumunu… Endişen olmasın Ahmet. Çocuk için elimden geleni mutlaka yaparım… Teşekkür ederim abi. Allah razı olsun…
Buyurun size AK Partinin sağlıkta yaptığı reform(!)…
Neresinden baksan tel tel dökülen sağlık sistemi.
Ahmet, tahliller ve röntgenler için verdiği kucak dolusu paraya mı yansın…
Türkiyeli doktorlara kıran girmiş gibi getirtilen Suriyeli muhacir doktorun yanlış teşhis ve tedavisi ile çocuğunda meydana gelmesi muhtemel kalıcı arızalar olabileceği ihtimaline mi yansın…
Günlerdir Üniversite Hastanesinin kapısında karısıyla beraber sabahlamasına mı yansın…
“Bizden önce koca ülkede birkaç tane MR varken biz geldikten sonra her hastanede MR var şimdi” diyerek sağlıkta “uzman insan” unsurunu yok sayan zihniyete mi yanalım…
Aman ha… Siz, siz olun bu iktidar döneminde sakın hastalanayım falan demeyin…
***
Yerel tellaklar ve kirli siyasetçiler
Zamanın behrinde, son başbakanımız olan ve şimdilerde TBMM Başkanı seçilen ve muhtemelen İstanbul için belediye başkan adayı olacak olan Binali Yıldırım, anayasa referandumu sırasında “HAYIR” oyu için konuşan ve yazanlar için “tellal” yakıştırması yapmıştı.
Bilirsiniz, masallarımızın başlangıç tekerlemesi “Bir varmış, bir yokmuş; pire berber iken, deve tellal iken…” diye başlar…
Her ne kadar deve değilsek de Sayın Yıldırım’ın dediği gibi “demokrasi, özgürlük ve insan hakları için tellallık yaptığımız doğrudur…”
Barış için, kardeşlik hukuku için, adalet için de tellaklık yaparız.
Emperyalizme ve emeğin sömürülmesine karşı duruşumuz için de telalık yaptığımız olmuştur.
Bu konularda “tellallık” yaptığımız için gurur duyarız,
Tellal, Türk Dil Kurumuna göre “Herhangi bir olayı halka duyurmak için çarşıda, pazarda yüksek sesle bağıran kimse” anlamına gelmektedir.
Ben ve benim gibi olanlar sömürüsüz bir ülke, adalet ve özgürlükler için mütemadiyen bağırıp duruyoruz.
Yani kısacası “demokrasi tellallığı yapıyoruz…”
Ben bu benzetmeye gülerek “tellal, tellal” diye tekrarlayınca ses benzeşmesinden olsa gerek birden dilime “tellak” sözü düşüverdi.
Anlamını bilmeme rağmen hemen Türk Dil Kurumunun sözlüğüne başvurarak tellağın sözlük anlamına baktım.
Diyor ki sözlük, “Tellak; hamamda insanları (kirlerinden arındırmak) için keseleyin yıkayan kimse…”
“Vay be” dedim kendi kendime…
Çünkü “siyaseten tellal” olmak bir şey…
Ama “siyasi tellak” olmak fena bir şey…
Siyasi tellallar, yanlış/doğru bir şeyleri pazarlar, satmaya çalışırlar…
Ama siyasi tellaklar, kirden görünmez olanları keseleyip bir güzel aklayıp paklarlar…
Geçmiş siyasi tarihimize bir bakın.
Hırsızlıkları, haramilikleri, hortumlamaları ve soygunları ile başı/kıçı çamura bulamış nice siyasetçiler vardır.
Ama bunların yanında da elinde kese ve lif ile dolaşan siyasi tellaklar vardır…
Yeri ve zamanı geldiğinde bir güzel keseler, lifler ve tertemiz edip halkın karşısına çıkmalarını sağlarlar…
Şimdi yerel seçim zamanı.
Yine tellallık yapacağız.
Halkın hayatına dokunacak, insanca yaşanacak bir kenti imar edecek, haramilere kentin rantını peşkeş çekmeyecek, dünyaya gelen her çocuğun borçlu olarak doğmamasını sağlayacak, kentin dokusunu koruyacak yerel yöneticilerin seçilmesi için onların tellallığını yapacağız.
Kirlenmiş siyasetçilerin kirlerini arındırmaya çalışan “tellakların” ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar bu kirlerini faş edecek, yerel tellakların ve kirlerini arındırmaya çalıştıkları yerel siyasetçilerin foyasını ortaya dökme tellallığını da yapacağımızdan kimsenin kuşkusu olmasın…
***
Böyle bir zulüm görmedim…
İki hafta önce eski bir yazım olan “Kadınlar Hamamında” başlıklı yazımı yeniden yayınladıktan sonra içimde hamama gitmek için dayanılmaz bir istek oluştu ve gittim.
Her zaman derim; duş ve banyo icat oldu, hamam keyfi bozuldu.
Çocukluğumun unutulmaz işkence seanslarının yapıldığı, anamın bacakları arasında hamam tasıyla kafama darbeleri yediğim o cehennemi mekân, büyüdükten sonra müthiş bir keyfin mekânı olmuştu.
“…muştu” diyorum, çünkü uzun zamandır bende herkes gibi duş ve banyo ile idare ediyordum, taa ki geçen hafta o yazımı yayınlayana dek.
Malum, mevsimler oldukça kırık…
Biraz soğuk algınlığından, biraz nostalji yapma isteğinden, biraz da terleyip toksinleri atma isteğimden dolayı geçenlerde kentimizin ünlü hamamlarından birine gittim.
Peştamalla göbek taşına uzanıp bir keyif çıkardım ki, değme keyif gibi değil yani..
Yeterince terlediğime inandıktan sonra sıra yıkanmaya geldi.
Geçtim sabunlanma yerine.
Gençten ve ancak belime gelen boyu ile oldukça zayıf biri yanıma geldi.
- Abi kese olacak mısın?
- Olacağım…
Hemen temiz bir peştamalı serdi ve beni buyur etti.
İçimden “ya bu çiroz gibi çocuk beni nasıl keseler ki?” dememe kalmadan, öyle bir şaplakla keselemeye girişti ki sırt derim yüzülüyor sandım.
Kesenin altından yuvarlanan kirleri gözüme sokarcasına omzuma yuvarlarken “hele, hele Allah Allahhh” diye bir naralanması var ki, sanki Zal’ın oğlu Rüstem…
Ya, “lan bu ses bu çocuğun neresinden çıkıyor?” dememe kalmadan, benim gibi 90 okkalık adamı tek elle sırt üstü çevirmesine ne diyelim?
Büyük bir azap içinde geçen kese faslı bittiğinde döktüğü sıcak sudan öyle bir zıpladım ki, peştamalımı tutmazsam, sanırım anadan üryan duruma düşerdim, onca adam içinde.
Daha kesenin şokundan çıkmamıştım ki, plastik bir leğende meydana getirdiği köpüğü başımdan aşağı boca ettikten sonra,
- Abi masaj ister misin?
Dediğinde, aklımdan “hayır” geçerken, sanırım ağzıma giren köpüklerden dolayı çıkardığım homurtuyu “evet” anladı keseci.
Yine sırt üstü çevirdi ve “Abi, masajdan sonra yay gibi olacaksın” diyerek, sanırım kerpeten parmaklarından geçmeyen ne eklemimi, ne de en küçük bir kasımı bırakmadı.
En sonunda yıkanma faslı bitti ve kendimi soyunma kabinine attım, terim soğumadan giyip dışarı fırladım can havliyle…
Gerçekten yürürken “yay” gibiydim, yaylanmadan yürüyemiyordum.
Ertesi gün gittiğim ortopedist, sağ ayaktaki tarak kemiklerimin karıştığını söylerken bir yandan da yüzme bakıp “bunu nasıl becerdin?” diye sorarcasına baktığında ne diyeceğimi bilemedim.
Bastonla yürümem dışında iyiyim şimdi.
Ancak cildiyeci doktorun verdiği merhemi sırtıma ve kollarıma sürmeden iç çamaşırı giyemiyorum.
Doktorun dediğine göre 2 hafta, banyo yaparken, sırtımda ve kollarımdaki “kese çiziklerine” su değdirmemeye dikkat etmeliymişim…