Kepez iyi düşünülmeli
Yerel seçim üzerinde en etkili olan iki ilçeden birisi Kepez’dir.
300 bine yaklaşan seçmeni ile Antalya’nın kaderini belirler.
Kepez’in ilçe olmasından sonra ilk önce “DYP’den İsa Akdemir, sonrasında MHP’den Mehmet Atay” Belediye Başkanı seçildiler.
Sonrasındaki 3 yerel seçimi de “AK Partiden Erdal Öner ve Hakan Tütüncü” aldı.
CHP, en yüksek oyunu “Zeki Başaran’ın” aday olduğu 2009’da elde etti.
Bu yüksek oy oranı Kepez’i almaya yetmedi ama CHP’ye Büyükşehir Belediyesini almada büyük katkı sağladı.
Kepez’de seçimi CHP adayları neden alamıyorlar, diye bir soru hep sorulur.
Bunun nedeni Kepez halkının “sağ eğilimli” olması olarak açıklanamaz.
Bana göre, Kepez’de hep üzerinde “toplumsal mutabakat” sağlanan adaylar seçimi kazanmışlardır.
CHP, bugüne dek Kepez’de “profili yüksek, hemen herkesimle iyi diyalogları olan ve bu anlamda da toplumsal mutabakatı sağlayabilecek bir aday ortaya koyamamıştır.”
29 Mart 2019 yerel seçimi sürecine girdik.
Sanıyorum Kepez’de AK Partinin adayı yine Hakan Tütüncü olacak.
Ve büyük olasılıkla MHP’de aday çıkarmayarak Hakan Tütüncü’ye destek verecek.
Yani CHP’nin işi daha da zorlaşmıştır.
Buna rağmen Kepez’in AK Partiden alınmasının iki yolu var gibi görünüyor.
Birincisi, profili yüksek ve toplumsal mutabakatı sağlayabilecek bir aday ile yola çıkar ve İYİ Parti ile HDP desteğini alırsa “iddialı” konuma gelebilir.
Bunun için bana göre en uygun aday “Garip Erdoğan’dır…”
Başarılı bir ilçe başkanlığı dönemi geçiren Erdoğan, Kepez’in hemen her mahallesinde herkesle son derece samimi ve içten ilişkiler kurmuş, sevilen ve kabul gören bir isim.
Aday gösterilirse bu iyi ilişkileri “toplumsal mutabakata” dönüştürebilir…
30 binin üzerinde oyu olan HDP’nin tam desteğini alabilecek bir adaydır.
İYİ partinin de itiraz edemeyeceği bir isimdir Erdoğan.
Kısacası, her 3 partinin de üzerinde anlaşabileceği bir isim olarak görünüyor.
İkincisi ise Kepez’de, CHP’li seçmenin de üzerinde mutabakat sağlayabileceği İYİ Partiden bir adayın desteklenmesidir.
Bu CHP ve İYİ Partinin Genel Merkezler düzeyindeki görüşmeleri sonucunda belli olacak bir gelişmedir.
Eğer bu gelişmeler sonucunda Kepez’de İYİ Partinin adayının desteklenmesi kararı çıkarsa bu takdirde CHP’li seçmenlerin “sıcak” bakacağı bir adayın gösterilmesi gerekir.
Bu noktada CHP’lilerin sıcak bakacağı aday olarak en çok konuşulan isim “Murat Dinç.”
Ancak unutulmaması gereken çok önemli bir nokta var;
“Murat Dinç’in, Erdoğan kadar HDP’nin desteğini alabileceği kuşkuludur.”
Ancak her şeye rağmen Kepez, İYİ Partiye bırakılırsa bana göre Murat Dinç yerine (kendisi her ne kadar aday değilim dese de)“Nizamettin Sağır’ın” aday gösterilmesi daha doğru bir karar olur.
Bu iki formüle rağmen Kepez’de seçim alınmazsa bile gösterilen yüksek performansın Büyükşehir oylarına büyük katkısı olacağını da hesaba katmak gerekir.
***
Hangi acente ne kadar teşvik aldı/ ya da benim senaryom
CHP milletvekili Çetin Osman Budak, geçen hafta son derece önemli bir konuyu TBMM gündemine taşıdı.
Budak, Turizm Bakanı Ersoy’un cevaplaması için verdiği soru önergesinde şöyle diyor:
“2018 Ağustos ayı itibariyle Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Bakanlık bütçesinden (A Grubu turizm acentelerine kruvaziyer desteği olarak) 610 milyon TL teşvik dağıtılmıştır. Ancak kamuoyu bu destekten hangi acentenin hangi oranda yararlandığı konusunda bilgi sahibi değil. Oysaki yavru vatan KKTC, şeffaflık ilkesi gereği yaptığı ödemeleri Resmi Gazete’de açıkça kamuoyu ile paylaşıyor. Aynı şeffaflığı biz neden uygulamıyoruz, neyi gizliyorsunuz”
İşte zurnanın zırt dediği yer tam da burası.
Hangi turizm şirketine ne kadar destek ve teşvik verilmiştir, sorusu Antalya gibi turizmde dünya markası haline gelen ve onlarca şirketin faaliyet gösterdiği yerde turizm şirketlerine elbette devlet desteği olmalı.
Buna hiçbir itirazım yok.
Zaten Sayın Budak da sorusunda “neden bu teşvikleri dağıttınız” demiyor.
“Hangi şirketlere bu teşvikleri dağıttınız ve bu dağıtımda adaletli mi davrandınız, yoksa size yakın olanlara kıyak mı geçtiniz” diyor.
Cumhurbaşkanlığı Hükümeti kurulduğunda Kültür ve Turizm Bakanlığına ETS Tur adlı turizm şirketinin sahibi Mehmet Ersoy’un getirildiği açıklanınca bir yazı yazmış ve şunları söylemiştim:
“Turizm sektöründe şirketi olan bir işverenin bu sektöre bakan yapılmasının önemli handikapları vardır.
Çünkü her kararda ve atılan her adımda bakanın kendi şirketi ile yakını olduğu diğer turizm şirketlerinin korunup kollandığı “şüphesi” kamuoyunda her daim var olacaktır.
Kendi şirketi ile rekabet halinde olan diğer turizm şirketlerinin zarar görüp görmediği hep tartışılacaktır.”
Sayın Budak da işte şimdi buna dikkat çekiyor.
Diyor ki, yandaşın olmayan turizm şirketlerini teşvik kapsamına aldın mı, almadın mı?
Sayın Budak bunu soruyorsa mutlaka elinde teşviklerde koruma kollama yapıldığına dair belgeleri vardır.
Çünkü Sayın Budak’ın bu güne dek elinde belgesi olmayan hiçbir iddiayı ortaya koyduğunu görmedim.
İşin başka bir boyutu daha var.
Bakanlığın 2019 Bütçesinde 873 milyon TL lik kısım “A grubu turizm şirketlerine verilmek üzere kruvaziyer desteği” olarak ayrılmış.
De hadi gel de buradan yak, dedikleri türden bir teşvik bu…
Gelin bundan sonrasına Sayın Budak’ın açıklamaları ile devam edelim.
Sayın Budak, şöyle diyor soru önergesinde:
“Türkiye Seyahat Acenteleri Birliği (TÜRSAB)’tan yapılan açıklamalarda, dünya çapında faaliyet gösteren sektörün %90’una yakınını oluşturan kruvaziyer firmalarının Türkiye’yi rotalarından çıkardığı ifade edilmektedir(..)
Deniz Ticareti Genel Müdürlüğü tarafından yayınlanan istatistiklere göre 2017 yılında 2015 yılına oranla ülkemize gelen kruvaziyer sayısı %80, yolcu sayısı ise %85 azalmıştır. (..)Ancak teşviklere rağmen, 2018’in ilk 10 ayı rakamları yıl sonunda kruvaziyer ve yolcu sayılarında 2017’nin bile altında kalınacağını göstermektedir.”
Kruvaziyer turizminde yerlerde sürünür durumda ve dünya kruvaziyer rotasından çıkarılmış olmamıza rağmen neden Bakanlığın bütçesinin dört birine denk gelecek kadar yüksek bir meblağ bu konuda ayrılıyor?
Benim aklıma şöyle bir operasyon geliyor.
“Bilindiği gibi Başkan Türel’in vizyon projem dediği “Lara Kruvaziyer ve Yat Limanı” projesi oldukça pahalı bir yatırım.
Belediye bütçesiyle yapılması imkânsız olduğundan ve Bakanlık tarafından yapılması da “zamanın ruhuna” uygun olmadığı için yapım işi, tıpkı Konyaaltı sahilinde olduğu gibi A grubunda faaliyet gösteren bir ya da birkaç turizm şirketine ihale yoluyla verilecek.
Şirket, ihale sonrası öz kaynak kullanmak yerine Bakanlığa başvurarak Bütçeden kruvaziyer turizmi için ayrılan ödenekten teşvik ve destek isteyecek.
Ve korunan, kollanan yatırımcılar böylece kamunun malı olan sahilde yine kamunun parasıyla yatırım yapacak ve burayı onlarca yıl işletecek…”
Bu benim senaryom ve bundan önceki proje yatırımlarına baktığımda akla son derece yakın geliyor…
***
Dış güçlerin oyunu…
AK Parti ve Erdoğan iktidar oldukları günden bu yana temel argüman olarak hep “mağduriyet” söylemini kullanmaktadır.
Dün “içerideki güçler” vardı, şimdi “dış güçler” var…
Dün darbelerin, askeri vesayetin, faiz lobisinin, elitlerin, beyaz yakalıların, tek parti iktidarı döneminin mağduruydular;
Bugün batının, ABD’nin, AB’nin, finans kuruluşlarının, terör örgütleri ve bunlara destek veren devletlerin mağduru…
Özellikle son dönemdeki ekonomik krizin faturasını “dış güçlere” bağlayarak işin içinden sıyrılmayı çalışmaktalar.
Ekonomik krizle terör korkusunu birleştirip bunu da Türkiye’yi kuşatan dış güçlere bağlayarak antidemokratik yasalar çıkarıyor ve uyguluyorlar…
Bu olgu giderek otoriter bir yönetim biçimini olgunlaştırmakta ve halkın gözünde de meşru hale getirmektedir.
Toplumsal tepki oluşmaması için de buna yol açacağına inandığı her olayla ilgili basın yasağı getirilmekte ve böylece halkın, her şeyin “iyi” gittiğini sanmalarını sağlamaya çalışıyorlar..
Kısacası, ekonomik güvenlik ve can güvenliği gibi iki yaşamsal sorunun kaynağını, Türkiye aleyhine girişilen dış güçlerin oyunları ve komploları olarak adlandırılmaktadır.
Böylece, büyük ölçüde siyasi iktidarın başarısızlıklarından kaynaklanan tüm sorunlar basite indirgenmekte ve böylece yaratılan hayali düşmanların mağduru olduklarını ifade ederek kamuoyuna tatmin edici açıklamalar yapmak daha kolay hale getirilmektedir.
Şöyle bir algı giderek yerleştiriliyor:
Batılılar, gerçekleştirdikleri büyük projeleri kıskandıklarından(!) içeride “Gezi Olayları, mitingler, grevler, darbe girişimleri, terör, yolsuzluk iddiaları” gibi operasyonları, “işbirlikçileri” ile hayata geçirerek büyük ve güçlü Türkiye’nin oluşmasını engellemeye çalışmakta, dolayısıyla Erdoğan’ı ve AK Partiyi “mağdur” etmektedirler…
Bunun sonucunda, Avrupa Parlamentosu, Avrupa Konseyi, AHİM gibi kuruluşların ilettikleri siyasi, ekonomik ve hukuksal kararlar ve demokratik kimi adımların atılmasına dönük tavsiyelere karşı, “hadi canım sende, bu dediklerinizi yaparsak ülkemiz bölünür ve sizlerinde ekmeğine yağ sürülür” biçiminde algı oluşturulacak tavırların alınması yine bu “dış güçlerin oyunu” söylemine bağlanmaktadır…
Tabii bu “dış güçler oyunu” şimdilerin söylemi değil.
Sağ iktidarlar Menderes Döneminden bu yana ne zaman sıkışsalar bu söyleme sarılarak milliyetçiliği tavan yaptırmışlardır.
Ancak bugünkü kadar bu söylemin “iş yaptığını” görmedim.
Yani AK Parti ve Erdoğan bu söylemle hem mağdur edildikleri konusunda ikna edici olmuş, hem milliyetçilik damarını kanırtmış, hem de beceriksizliklerinin faturasını ödemekten kurtulmuşlardır.
İşin daha kötü yanı bu söylemin toplumda ciddi karşılık bulmasıdır.
Ve daha da kötü yanı, siyasi muhalefetin bu söylem karşısında susması ya da AK Parti ile aynı çizgide söylem geliştirmeleri ve hatta sözcülüklerini yapmasıdır…
Muhalefet, dış güçlerin oyunu söylemine ikna olmuş toplumsal kesimin tepkisini çekmemek için suskun kaldıkça AK Parti ve Erdoğan 16 yıl daha iktidarda kalmaya devam eder.
***
Avlan Gölünü kurtaralım
Geçen cumartesi günü yerel gazetelerin ortak manşeti, “Avlan Gölü kurudu” şeklindeydi.
Kuruyan sadece Avlan Gölü değil, son birkaç yıl içinde Teke Yöresindeki tektonik göllerin hemen hepsi kurudu/kuruyor…
Aslında kuruyan göl değil, insan hayatı kuruyor…
Yüreği çölleşmiş siyasetçiler tarafından doğamızda çölleştiriliyor…
İnsan, uygarlığı yaban hayatın kendisine sunduklarıyla geliştirmiş ve bugünlere getirmiştir.
Kentler kuran insanoğlu, hemen yanı başındaki yaban hayatı, uygarlıkla doğa arasındaki dengeyi korudukça ondan mükemmel şekilde faydalanmış ve daha kaliteli bir hayatı idame ettirmiştir.
Doğanın sunduklarından “artı ürün” elde edilerek meydana getirilen sınıflı toplumun oluşmasından bu yana geçen onbinlerce yıl boyunca doğa hep “kar amaçlı” olarak tahrip edilmiştir.
HES’lerle derelerimiz kurutuldu…
Maden ocaklarıyla su kaynaklarımız yok edildi…
Yakarak, imara açarak, tarla yaparak ormanlarımız bitirildi.
Dağlarımız delik deşik edildi.
Denizlerimizde temiz kumsal ve temiz balık kalmadı…
Ve son 10 yıl içerisinde 150 bin hektarlık gölalanı kurutuldu.
Kuruyan sadece göllerimiz değil…
Kuruyan balıklarımız, kuşlarımız, endemik bitkilerimiz,
Kelebeklerimiz, arılarımız, böceklerimiz, yaban hayvanlarımız kurutuldu.
850 hektarlık alana sahip olan Avlan Gölünde şimdi bir futbol sahası kadar alanda su kalmış.
Yakında orası da kurutulur…
Göldeki suların hayat verdiği dünyanın en değerli sedir ağaçlarından oluşan ormanlarımızda kuruyacaktır kısa süre sonra…
Geçmişte Avlan Gölünü tarıma açmak için suyunu tünellerle Finike’ye akıtılması sonrasında göl tabanında tarım yapılamayacağı acı deneyler sonrası anlaşılmıştı.
Sonrasında bu tüneller kapatılmış ve göl yatağı yeniden su tutmuştu.
Şimdi gölün suyu yeniden boşaltılıyor…
Bizim yöneticilerimiz ne zaman öğrenecekler hep aynı şeyleri yapmakla farklı sonuçlar alınamayacağını?
Avlan Gölünü kurtarma zamanıdır.
Daha önceleri gölü besleyen su kaynaklarının neden göle yönelmediği araştırılmalı ve yeniden eski durumuna getirilmelidir.
Gölün çevresindeki maden ve taş ocaklarının patlatmalarına son verilmelidir.
Türkiye’nin en zengin su kaynaklarına sahip Toros dağlarının yer altı su kaynakları Avlan Gölüne yönlendirilmelidir…
İsviçre’deki dağ göllerini kıskandıracak güzelliğe, fauna ve flora zenginliğine sahip Avlan Gölü ivedilikle kurtarılmalıdır…
Çünkü sadece göl kurumayacak, insan hayatının önemli bir kısmı da kuruyacaktır.