CHP’DE BİRLİK…
AK Parti Büyükşehir adayını açıkladı…
Menderes Türel…
Sanırım Aralık ayının ortalarına doğru da CHP adayını açıklayacak…
Daha önceleri de yazdığım gibi bu seçim iki partinin adayı arasında çok çekişmeli geçecek.
Her ne kadar 24 Haziran seçimlerinde AK Parti 90 bin oy önde görülüyorsa da ittifaklar, adayın kimliği, ilçe belediye başkan adaylarının ve meclis üyelerinin performansı, kent içi sermaye dengeleri, kitle örgütlerinin tutumu gibi birçok bileşenlerden dolayı fark ortadan kalkmış durumda.
Yüzde 45, yüzde 45 gibi kafa kafaya giden bir durum söz konusu…
Yani iki aday içinde seçim çantada keklik değildir.
Bu dengeyi neler bozacak gibi uzun boylu analizlere girecek değilim, çünkü geçen hafta dengeleri neyin bozacağı konusunda detaylı bir analiz yapmıştım.
Bir cümleyle yazacak olursam; “seçimde dengeyi HDP’nin oylarının akışı bozacaktır.”
Tabii HDP, CHP adayına yakın duruyor gibi olsa da asla karşılıksız bir destek vermeyi düşünmeyecektir.
Elbette bu destekleşme “arka kapı” politikasıyla yürütülecektir.
Bu biraz da CHP adayının kim olacağına ve bu adaya HDP’nin nasıl baktığıyla da ilgili bir olay…
Çünkü HDP’liler CHP’ye değil, CHP adayına oy verme şeklinde kendi tabanlarını ikna çalışması yapacaklardır.
Bu nedenlerle her hangi bir aksilik çıkmaz ise CHP adayı seçimi almaya daha yakın görünüyor.
Ancak bunun için iki önemli hususa dikkat edilmesi gerekir.
“Birincisi,” gerek İYİ Parti ile açıktan yapılacak görüşmeler, gerekse HDP ile yapılacak “arka kapı” görüşmeleri asla kamuoyuna sızacak şekilde olmamalıdır.
Bu görüşmeler dar bir kadro arasında yürütülmeli ve sadece bunların bilgisi olmalı.
Aksi halde yapılan görüşmelerdeki bilgiler “AK Partinin algı yaratma malzemesi” olarak kamuoyunda işlenir ve kaş yapayım derken göz çıkarılmış olur.
“İkincisi” ve bana göre en önemlisi, örgüt ve seçmen tabanında adayla ilgili en küçük bir çatlak sesin çıkmaması, örgüt ve parti tabanı yekvücut olarak adayın arkasında durmasıdır.
Geçmiş son dört yerel seçime bir bakın.
Örgüt ve tabanın tam destek verdiği ve aday hakkında en küçük çatlak sesin çıkmadığı 1999 da “Bekir Kumbul’la” 2009 da “Mustafa Akaydın’la” girilen seçimler kazanılmıştır.
Lakin adayın tartışıldığı ve örgüt içinde hakkında çatlak seslerin çıktığı 2004’de “Ertuğrul Dokuzoğlu’yla” ve 2014 de Akaydın’la girilen seçimler kaybedilmiştir.
Şurası unutulmamalıdır.
Adayı beğenmedim, neden benim desteklediğim kişi aday gösterilmedi gibi saiklerle aday hakkında ileri-geri yapılan konuşmaların ve lobilerin ilerde faturası oldukça ağır olmuştur.
2014 seçiminin yüzde 0,7 oy farkı ile kaybedilmesinin faturası başta Büyükşehir Belediyesinde çalışan 2 binden fazla kişinin ekmeğinin elinden alınmasına ve belediye kaynaklarının yandaşlara akıtılmasına yol açmıştır.
Kısacası, faturayı öncelikle CHP’liler ve demokratlar, genel olarak da Antalya emekçi halkı ödemiştir.
Bu nedenle şu anda aday olmak için yarışan “Muhittin Böcek, Ümit Uysal ve Çetin Osman Budak’tan” hangisi aday gösterilirse gösterilsin parti örgütü ve tabanı beğense de beğenmese de, desteklemediği kişi aday olsa da “asla çatlak ses çıkarmadan, tüm güçleriyle bu adayın arkasında durmaları zorunlu görülüyor.
Bu seçimde bu türden nedenlerle kaybedilirse inanın 2024 çok uzak görünüyor…”
***
EMNİYET MÜDÜRÜNE AÇIK MEKTUP
Sayın Müdürüm;
Sizinle tanışmadık henüz, umarım ilerleyen günlerde tanışmak ve kent hakkında sohbet etmek nasip olur.
Öncelikle belirteyim ki, sol bir gelenekten gelen ve muhalif duruşu olan bir kişi olarak polisle hiç barışık olmadım.
Bu nedenle Antalya’nın güvenli bir kent olması noktasında Emniyet Teşkilatının son derece başarılı olduğunu söylemem bir iltifat değil, hakikattir.
Bu noktaya gelinmede her gelen Emniyet Müdürünün ve amirlerin kentin güvenliği için ciddi katkıları olmuştur
Eminim sizde görev sürenizde kentimizin daha güvenli ve huzurlu bir yer olması için bir şeyler katacaksınız.
Lakin bir konu var ki bir türlü bugüne dek oturmuş bir yapı oluşturulamadı.
O da “trafik…”
Trafik polislerine bir sözüm yok…
Onlar gerçekten ne yapacaklarını çok iyi biliyorlar.
Hiçbir denetimde şimdiye dek bir “kaçaklarının” olduğunu duymadım ve görmedim.
Ancak trafik denetiminde görevlendirilen “fahri trafik müfettişleri” için aynı şeyi söylemem mümkün değil.
Ev kaçkını, emekli, işsiz-güçsüz, önemsenmek isteyen, ruh hali düzgün olmayan bir sürü insandan meydana gelen bu denetimcilerden inanın ben dâhil kent halkı illallah dedi.
Antalya gibi kişi başına düşen araç sayısı bakımından Türkiye’de ilk üçte olan bir kentte yaşanan trafik yoğunluğunda insanlar bilmeden de olsa sonuçları ciddi olmayan bazı küçük hatalara düşebilir.
Eğer bu ciddi sonuçlar doğurmayacak önemsiz hataları yaptığınızda bir fahri trafik denetçisine denk geldiniz mi vay halinize…
Geçen hafta Falez Otelin olduğu kavşakta dikkatimi çeken bir olayı izledim.
Kavşaktaki kırmız ışıkta durduğumda kaldırımda duran iki emekli tipli kişinin aralarında konuştuklarını ve birinin elindeki not defterine bir şeyler yazdığını gördüm ve meraklandım…
Yeşil yanınca Konyaaltı Caddesine döndüm, ilerdeki büfenin yanına park edip indim ve bu kişileri gözetlemeye başladım.
Yayaya kırmızı yandığında bu kişilerden birisi yaya geçidine girip yürüyor, gelen araç hız kesip yavaşlayarak yok vermezse hemen kaldırımdaki diğer kişi aracın plakasını not edip “ihlal halini” yazıyor.
Yani alenen sürücüye “tuzak” kuruyorlar…
Kavşakta kırmızı ışık yandığında duran araçların arasına dalıp kimler kemer takmış, kimler takmamış tek tek not ediyorlar…
Ve daha sonra bu kişilere cezalar yazıp tebligatlarla adreslerine gönderiliyor.
Trafikte denetim öncelikle cezaya değil, ikaz ve eğitim temeline dayanır.
Trafik polislerinin sürücülere yaptığı ikazların ne kadar etkili olduğuna çok şahit olmuşumdur.
Caydırıcılık bakımından ceza elbette olmalıdır ama ceza ilk tedbir değil, son başvuru yöntemidir.
Eğer bu fahri trafik denetçileri yazdıkları ceza karşılığında bir pirim almıyorlarsa sizden kendim ve Antalyalı sürücüler adına rica ediyorum, bu sözüm ona denetçileri trafikten çekin lütfen…
***
BAHÇELİ VE MHP’NİN BEKASI…
İktidar olmak istemiyorsun, zaten olamıyorsun…
Muhalefet de yapmıyorsun, zaten yapamıyorsun…
Peki, sen nesin?
İşine geldiğinde deve, işine gelmediğinde kuş musun?
Niye varsın?
Geçmişte bir idealiniz vardı, Alpaslan Türkeş’in 9 Işık adı altında topladığı “Ülkücülük” ideali.
Ne diyordunuz?
Hedefimiz Kızıl Elma…
Doğrudur- yanlıştır, gerçekçidir, değildir bu başka bir şey ama Orta Avrupa’dan Çin sınırına kadar olan topraklarda dünya Türklerini tek bayrak altında toplayacaktınız…
Ne oldu?
Vaz mı geçtiniz?
Yoksa “bizi bir türlü iktidar yapmıyorlar, ömrü billah muhalefette kalmak yerine iktidarın bir ucundan tutup bizde iyi-kötü sebeplenelim” diye mi bütün hesaplarınız?
Ya da bunları yapması için AK Partiyi taşeron olarak mı tuttunuz?
Tüm âlemin artık bildiği gibi al takke ver külah muhabbetinizin olduğu, devletin tüm vidalarını kontrol eden “Encümen-i Daniş” böyle istediği için mi Ülkülerinizi ve ideallerinizi taşerona devrettiniz?
Dün kürsüden ip attığınız AK Partiye ve Erdoğan’a ülkülerinizi nasıl teslim ettiniz?
Saatinizi 17-25 de durdurup “ver Bilal’i, al Hilali” diyerek Beyt-ül Malı yağmaladıklarını iddia ettiğiniz AK Parti ve Erdoğan’a hem ülkenin hem de yerel yönetimlerin anahtarını vererek Ülkülerinizi nasıl gerçekleştireceksiniz?
Oslo ve Habur olayları yaşandığında, “Bu meselenin çözümü için gerekirse baldıran zehri içerim” denildiğinde sizler başka ülkede Kızıl Elma’nın mı peşindeydiniz?
Ne oldu da Kızıl Elmanız birden “yeşilleşti…”
Haa… kendinizi inkâr noktasına getiren birde gerekçeniz var.
“Devletin bekası tehlikede… Bu nedenle AK Partiye ve Erdoğan’a destek veriyoruz”
Sen gel bunu külahıma anlat…
Türk devleti, Çin, İran, Mısır devletleriyle beraber dünyanın en köklü ve en eski devletidir.
Gelenekleri son derece güçlü ve kendini en zor zamanlarda koruyacak argümanlara sahiptir.
Senin AK Partiye verdiğin destekle ne bu devletin bekası korunur, ne de bekası tehlikeye girer.
Dilinden düşürmediğin Atatürk’ün Nutuk kitabını dikkatle okuyun da değil devletin, ülkenin bekasının tehlikeye girdiğinde nelerin yapıldığını öğrenin…
Ortada bir beka meselesi varsa bu devletin bekası değil, Bahçeli ile MHP’nin bekası meselesidir.
Yazık, onlarca yıl Ülküleri için hayatlarını veren onca gence…
Yazık, onlarca yıl Ocakta, partide sabahlara dek nöbet tutup, elindeki nafakasını gözünü kırpmadan Ülküsü için harcayan insanların emeğine…
Rahmetli Türkeş tüm bunları görseydi eminim sizleri Viyana kapılarına kadar kızılcık sopasıyla kovalardı.
***
KADINLAR HAMAMINDA *
İnsanların gırtlaklarına dek siyasete gark oldukları şu günlerde bugün, çocukluk günlerimden bir kesit sunarak sizleri de çocukluk günlerinize götürmek ve gülümsetmek istedim.
Henüz “recüliyetimizi” idrak etmediğimiz yaşlarda, kadınlardan oluşan ev ahalisiyle gittiğimiz “kadınlar hamamı”, mahalle hocalarının cezbeli hallerle tasvir ettikleri cehennem azabının yeryüzüne düşmüş gölgesinden başka bir şey değildi gözümüzde.
Çünkü hamam bana temizliği, sabun ve taze çamaşır kokusunu değil; kaynar suları, kızgın buhara doymuş alacakaranlık hücreleri ve körpe derimizin birkaç tabakasını birden hoyratça yontuveren gaddar kese seanslarını hatırlatır ve hamama gitmemek için her seferinde bütün çarelere başvururdum ama ne faide!...
Sabahın köründe ev ayaklanır, kardan ak beyaz bohçalara hamam takımları yerleştirilir, sert kokulu Antep sabunuyla yıkana yıkana hırpalanmış havlular, Amerikan bezinden iç çamaşırlar, eprimiş mintanlar ve entariler sur yıkan gülle haline gelmiş bohçalarda yerini alırdı.
Küle yatırıldıktan sonra pırıl pırıl oğulmuş pirinç hamam tasları, lastik kuşaklı ve yüksek topuklu hamam nalınları, bugün antika safına geçmiş olan bakır kildanlıklar, kese, lif, sabun ve krem rengi kemik taraklar da hazır edildikten sonra yola revan olunurdu.
Rahmetli Anam, en genç gelin olduğundan öncelikle ailenin yaşlılarına, kaynanasına, görümcelere, eltilere; peşi sıra komşulara, hısımlara, akrabalara hizmet eder, defalarca baş ve sırtlarını sabunlar, susayanlara su taşır ve artık bilmem kaç saatlik yıkanma faslının sonunda bayılma raddelerine gelmiş olanları temiz havlulara sararak serinliğe getirir, giydir üstüne üstlük bir de ellerini öpülerek hayır dualarını alırdı.
Yaşlılar yıkandıktan sonra sıra biz çocuklara gelirdi.
Önce ben, sonra diğer kardeşlerim teker teker kurna başına alınırdık.
Evvela kızgın sularda haşlanarak dezenfekte edilir ve nihayet kendimi anamın bacakları arasına kıstırılmış olarak bulurdum.
Anam, sıfır numara tıraşlı başımı yumruklu ve tırmıklı darbeleriyle sabunlar, gözüme kaçan köpüğünün acısıyla sızlanmama bile izin vermez, başımı dik tutmamı ister ve her direnişimde ya bakır tası kafama sertçe vurur veya böğrüme yediğim sert bir dirsekle direnişimi bastırırdı.
Bu öyle bir eziyetti ki, yıkanma sıramı savdığımda hamamın o meşheri sıkıntısı, artık cennet-i ala dan bir havuz gibi görünür ve o doyulmaz hamamın mermer zemininde keyifle kaydırak kaydırmaya koyulurdum.
Ne var ki hamamın tabii dekorunu (!) fark edilir derecede meraklı bakışlarla süzecek yaşa geldiğimi hamamcı kadın fark etmiş olacak ki, Anamı bir kenara çekerek vehimli bir sesle,
“- Vah anam, senin oğlanın gözleri fıldır fıldır dönmeye başlamış. Günaha giriyorsun.
Oldu olacak babasını da getir bari!” diye homurdanmıştı.
Bu sözleri tesadüfen duyunca kendimi, kadınların çekindiği bir erkek gibi hissetmeye başlamıştım.
Ancak bir yandan da hamamın o dayanılmaz eziyetinden kurtulacağım içinde büyük bir sevinç duymuştum.
* 17.07.2007 de yayımlanan yazım.