BAŞKANLIK ASLANIN AĞZINDA…
Yerel seçimler yaklaştıkça oyun içinde oyunlar kurulur oldu.
Öylesine ilginç ve öylesine imkânsız denen etkenler bir araya geliyor ki, içinden çıkana aşk olsun.
“Cumhur İttifakı” bu seçimde yürümedi, deniliyor…
Sanmıyorum.
Bahçeli’nin 2002 erken seçim çıkından bu yana yaptığı ataklara bakarsanız bunu net olarak görmek mümkün.
Çünkü siyasette görülmeyen bir “arka kapı” arayışları vardır.
MHP ve AKP arka kapı anlaşmalarıyla Türkiye genelinde değilse bile “önemli iller” bazında belirlenen adayın arkasında duracaklardır.
Yerel seçimde etken olan sadece belediye başkanlığı değil ki…
En az başkanlık kadar, meclis üyeliği ve başkan yardımcılıkları da önemli etkendir.
Ver başkanlığı, al başkan yardımcılıklarını ve mecliste üye çoğunluğunu…
Aynı formül CHP ve İYİ Parti arasında yapılacak “önemli iller için iş birliği” içinde geçerlidir.
Bu bağlamda Antalya seçimleri bu ittifaklar için adeta laboratuar niteliğinde olacaktır…
Aldığım bilgilere göre; AK Parti adayı olması kuvvetle muhtemel olan Türel ve İl Başkanı Taş’ın, MHP yetkilileri ile aralarında bir çeşit pazarlık niteliğinde olan görüşmeler yapılmış.
AK Partinin “Alanya, Korkuteli, Elmalı” ilçelerini MHP’ye bırakmaya, ayrıca diğer ilçelerde MHP’li olan ve seçildikten sonra kendi partilerine geçmeleri şartıyla AK Parti listelerinden belirlenen sayıda meclis üyeliği verilmesine sıcak baktıkları, buna karşılık Büyükşehirde Türel’e oy vermeleri istenmiş.
İlginçtir, aynı tabloyu CHP, İYİ Parti işbirliğinde de görmekteyiz.
Geçen hafta görüştüğüm “İYİ Parti milletvekili Hasan Subaşı,”
“Genel Başkanlar düzeyindeki görüşme son derece olumlu geçti. İşbirliği için belirlenen iller arasında Antalya’da var. Antalya için belirlenen eğilim; Alanya, Serik gibi birkaç ilçede İYİ Parti adayının CHP tarafından desteklenmesi ve buna karşılık büyükşehirde İYİ Partinin CHP adayını desteklemesidir” dedi.
Kısacası; resmen olmasa bile 24 Haziran’daki Cumhur ve Millet İttifakları yeniden kurulacak.
Ve anlaşılan o ki, her iki tarafta da pazarlıklar daha uzun süre devam edecek gibi…
Bana göre her iki taraf da işi sıkı tutacak ve kendi tabanlarından fire vermemek için uzun bir yola çıkacaklardır.
Şimdi gelin 24 Haziran seçimlerinin sonuçları ve oy toplamlarına bakalım.
“Millet ittifakının oy toplamı yüzde 47…
Cumhur İttifakının oyları ise yüzde 45,1…”
Görüldüğü gibi her iki grubun oyları birbirine denk durumdadır.
Peki, bu denkliği ne bozacaktır dersiniz?
Elbette adayın kişiliği, meclis üyelerinin seçim çevresindeki etkinliği gibi birçok faktör sayılabilir.
Lakin bana göre bu dengeyi bozacak olan “HDP’nin yüzde 7,3 olan oylarıdır…”
Ancak, her iki taraf da HDP ile açık görüşme yapamamakta, buna cesaret edememektedir.
Milliyetçi ve merkez sağ oyları ürkütmemek için asla HDP ile açık bir pazarlık yapılamayacaktır.
İşte bu noktada da devreye yine “arka kapı” politikası girecektir.
Türel, AK Partideki Kürt önderler üzerinden, CHP adayı da sol ve demokrat önderler üzerinden HDP ile gerekli olan görüşmeleri yapacaklardır.
Ben siyaseti biliyorsam eğer, siyasetin doğasına aykırı olarak HDP, asla karşılıksız bir destek vermeyecektir.
İşte soru şu; taraflar HDP’nin taleplerinin ne kadarına cevap verebilecektir?
AK Parti, MHP’yi; CHP ise İYİ Partiyi ürkütmemek için son derece dikkatli olacaklardır.
Ancak AK Parti tarafından adeta “siyaseten şeytanlaştırılan ve yalnızlaştırılmaya çalışılan, yüzlerce belediye başkanı görevden alınan HDP’nin, Türel’in adaylığına sıcak bakmayacağını ve CHP adayını destekleyeceklerini düşünüyorum…”
Yukarıda dediğim gibi; Antalya seçimi Türkiye’deki seçimin laboratuarı olacak…
***
KARANLIKLARIN ADAMI…
Hatırlarsınız, IŞİD denen eşkıya güruhu peydah olduğunda asıp keserek, önüne gelen yerleşimleri yakıp yıkarak ve de kelle keserek ilerliyordu.
Musul’u ele geçirdikleri haberi bomba gibi düşmüştü gündeme…
Konsolosluğumuz vardı orada ve herkes telaş içinde “aman bu bela gelmeden hemen orayı boşaltsınlar” diyordu ki, bela geldi ve konsolosluğumuz kuşatıldı.
Kısa süre sonrada içerde kim var, kim yok tutsak edildi.
O günlerde Musul Konsolosumuz, şimdilerde CHP’den milletvekili yaptığımız “Öztürk Yılmaz’dı.”
Bu şahsın IŞİD adım adım Musul’a yaklaşırken niçin konsolosluğu boşaltmadığını, esaret altındayken her gün Dışişleriyle telefonda nasıl konuşabildiğini ve olayla ilgili onlarca sorunun cevabını hala kamuoyu bilmiyor.
Kendisinin dediğine göre, esirken eski bir telefon eline geçmiş ve bu telefonu bulmasınlar diye gündüzleri parçalara ayırıp geceleri birleştiriyor, gizli gizli Dış İşleri ile görüşüyormuş(!)
Adam sanki “James Bond…”
Peki, Konsolos olmadan önce ne yapıyormuş dersiniz…
“Erdoğan ve Egemen Bağış’ın danışmanıymış…”
Kısacası, Öztürk Yılmaz ile ilgili gerek Musul Konsolosluğu dönemi ile ilgili gerekse danışmanlık dönemi ile ilgili onlarca soru cevapsız ve hepsi de şaibeli ilişkiler.
Böylesine bir adam siyasete girecekse en doğru adresi AK Parti iken nasıl oldu da CHP milletvekili yapıldı ve bir de Genel Başkan Yardımcısı ve Dış İşlerinden sorumlu yetkili haline getirildi?
Tıpkı Musul Konsolosluğu meselesinde olduğu gibi bu mesele de muamma…
Geçtiğimiz günlerde Öztürk Yılmaz, arkasında onlarca cevapsız soru varken bunlara bir tane daha ekledi nedense…
Olay malum; Katıldığı bir tv programında “Ezan Türkçe okunmalı” diye gündemle alakası olmayan bir laf etti.
Lafın doğruluğu- yanlışlığı ayrı bir değerlendirme ancak zamanlaması, “manidardı.”
Ne bir ezan tartışması var, ne din, diyanet tartışması vardı.
Pimi çekilmiş bir bombayı pat diye ülkenin gündemine koydu.
Niçin?
“Kendisi gibi, Musul Meselesi gibi bu da bir sır.”
Açıklamalar, tartışmalar, atışmalar bir anda gırla gitti.
Havuz medyası başta olmak üzere AK Parti kurmayları bunun üzerine atladı.
Lakin CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu ve ekibi çok erken davranarak Öztürk Yılmaz’ı “kesin ihraç” talebiyle Disiplin Kuruluna vererek AK Parti saldırılarının CHP’ye yönelmesinin yolunu kesti.
Fakat iş bununla biter dediğimiz anda “karanlıkların adamı” hiç beklenmedik bir çıkışla ve adeta lümpenlere taş çıkartırcasına Kılıçdaroğlu’na posta atıp “sıkıyorsa beni bu partiden at, rezil ol, kepaze ol” sözlerini alenen söyledi.
Kavga da bile söylenmeyecek, bir cinayetin hafifletici sebebi sayılabilecek bu sözleri CHP Genel Başkanına söyleyebilmesi için kişinin ya aklından zoru olmalı, ya da birileri adına CHP içine yerleştirilmiş özel bir provokatör olmalı…
Türkiye’nin gündemine girdiğinden beri arkasında onlarca soru ve şaibe bırakan “karanlıkların adamından” CHP, hemen ve ivedilikle kurtulmalı…
***
MERKEZE “KAYMAK”
Son dönemin siyasette geçer akçası “merkez” oldu.
Herkes koşar adım merkeze yerleşmeye, ötekilerden önce merkezde yer tutmaya canhıraş şekilde gayret gösteriyor.
Erdoğan ortalama bir laf mı etti, hemen yorumu hazır.
“AK Parti, milli görüş gömleğini çıkarıp merkeze geliyor.”
Kılıçdaroğlu, sağdan kanaat önderlerini partiye mi aldı, hemen değerlendirmeler havada uçuyor.
“CHP, soldan çark edip merkeze yaklaşıyor.”
Devlet Bahçeli “Atatürk, cumhuriyet” mi dedi,
“Hımm.. MHP ülkücülükten merkeze doğru geliyor.”
Bunlar yetmezmiş gibi yine siyasi partilerimiz koro halinde çığırıyorlar…
“Koş vatandaş koşşşş… Bize gelllll… Merkezi biz temsil ediyoruz. En iyi merkez bizdeeee”
Aklıma 50 li yıllardan kalma bir fıkra geldi…
Kentin birinin önde gelenlerinden biri “mebus” olmak için aday olur.
Ancak Ankara’dan gelen haberlere göre o kentten aday gösterilmesi düşünülmez.
Bunun üzerine, kent sosyetesinin gözde isimlerinden olan, önde gelen kişinin eşi, Ankara’ya gider ve bir süre sonra eşine telgraf çeker.
“Beyefendiyle görüştüm, stop. İşin tamam, stop. Merkezden koyduruyorum, stop.”
Anlaşılan millet olarak “merkeze” düşkünlüğümüz var.
Edep ve adap sınırlarını zorlayacak olsam bir sürü “merkez” özdeyişini ve halk deyişini yazabilirim.
“Milli görüş”, bir siyasettir. Programı ve öngörüleri vardır.
“Sosyal demokrasi,” bir siyasettir. Programı, ilkeleri vardır.
“Ülkücülük,” bir siyasettir. Programı, felsefesi vardır.
“Liberalizm,” bir siyasettir. Programı, dünya görüşü vardır.
Peki, “merkez” nedir?
“Devlet politikası”
Hele bir parametremiz daha vardır ki evlere şenlik…
Halkın oylarıyla ve anayasal sınırlar içinde seçime girip Mecliste temsil edilme hakkını kazanmış olan HDP’ye sakın yakın durma, sakın ona dokuma yanarsın…
Peki, niye yanarlar?
Çünkü “merkez politikası” böyle istiyor…
Kısacası; hepsi kendi içinde farklı dünya görüşlerine sahip siyasi partiler, bir türlü “halkıyla barışık olmayı beceremeyen bir devletin”, çeşitli manipülasyonlarla dayattığı politikalara doğru koşar adım ilerliyorlar.
İyi de madem merkez politikaları izleyeceksiniz o zaman ne diye seçim yapıyorsunuz?
Üstelik öyle bir seçim ki, tüm parametreleri kaymış durumda.
Solun solluğu, ülkücünün ülkücülüğü, liberalin liberalliği, milli görüşün milli görüşçülüğü kalmamış merkeze uymak uğruna…
“Yooo… tutmayın beni, ben illa da merkeze kayacağım.” Diyorsanız, buyurun kayın.
Ne diyelim?
Ama bu halk bir gün merkeze öyle bir “kayacak” ki, vallahi de billahi de gözünüz fal taşı gibi açılacak o zaman…
***
GEZİ OLAYLARI VE İKTİDAR…
Geçen hafta tutuklu bulunan Anadolu Kültür A.Ş’nin yönetim kurulu başkanı Osman Kavala ile bağlantılı olan çok sayıda sivil aktivist gözaltına alındı.
Gözaltına alınma gerekçeleri ise, Gezi Olaylarını yaygınlaştırmak, ülkeyi kaos ve kargaşa ortamına sürüklenmesi için dışarıdan “profesyonel aktivistler(!) dahil edilerek çeşitli toplantılar düzenlemek…”
Savcı, iddianamesinde bu kişileri “illegal örgütlerle” bağlantılı olmakla suçlamamış.
İleri sürülen suçlamalar “sivil itaatsizlik ve iktidarı protesto etmek” olarak değerlendirilebilir.
Zaten şimdiye kadar açılan davalarda ve iktidarın olayla ilgili yaptıkları değerlendirmelerde “Gezi Olaylarının ilegal örgütler tarafından hazırlanıp düzenlendiğine dair bir saik ortaya konulamadı.”
Anlaşılan o ki; gerek yargı, gerekse iktidar Gezi Olaylarının bir sivil itaatsizlik ve protesto eylemi olduğu noktasında ikna olmuş durumdalar.
Ancak son operasyonlar da gösteriyor ki, AK Parti iktidarı hala Gezi Olaylarının yarattığı protesto ortamını hazmedememiş…
Bu nedenledir ki, İç İşleri Bakanlığının raporlarına göre 8 milyon kişinin ülke çapında yaptığı protesto ve sivil itaatsizlik eylemi “suç” kapsamına alınmak isteniyor.
Siyasi iktidarın kararları ve uygulamalarının yaşam tarzına müdahale noktasına geldiğine inananların “uyarı niteliğine” değerlendirilebilecek protestosu, tüm demokratik ülkelerde demokratik bir haktır ve ifade özgürlüğünün ayrılmaz bir parçasıdır.
Şiddete ve vandalizme başvurmadan, toplumsal düzeni bozmadan yapılan sivil itaatsizlik ve protesto eylemleri suç kapsamına alınırsa hangi demokrasiden ve insan haklarından söz edilebilir ki…
Gezi Olayları olarak tarihe geçen bu protesto eylemi içinde elbette hoş olmayan ve rahatsız edici olaylar ve durumlar meydana gelmiş olabilir.
İllegal örgütler toplumsal muhalefeti kendi siyasi çizgilerinde örgütleyebilmek için çeşitli faaliyetlerde bulunmuş da olabilir.
Ama bu durum Gezi Olaylarının “şiddete başvurmadan yapılan sivil bir protesto olduğu” gerçeğini asla değiştirmez.
Geçmişte Cuma Namazları çıkışında ya Filistin ya da başörtüsü için gösteri yapanların içinde şeriatçı radikal örgütlerin elemanları yok muydu?
Gösteriye katılanların masum talepleri üzerinden şeriatçı yapılanmayı örgütlemek isteyen illegal örgüt faaliyetlerinin yapılması bu gösterilerin “şiddete başvurmadan yapılan sivil bir protesto olduğu” gerçeğini değiştirdi mi?
Demokrasinin asla vazgeçilmez olan temel ilkesi “düşünce, inanç ve ifade özgürlüğüdür…”
Bu özgürlük hakkı bir hindi gibi çöreklenip sadece düşünmeyle açıklanamaz.
Düşüncenin ve beğenilmeyen işlerin gerek medya üzerinden gerek şiddete başvurmadan gösteriler yapmak suretiyle gerekse sandıkta oy vermek yoluyla topluma aktarılabilmesi bu özgürlüğün esasını teşkil eder.
Kanımca 2019 yılı geçim zorluğunun en şiddetli olarak geçeceği bir yıl olacak.
Bu zorluğa dayanamayanların yer yer gösteriler ve iktidarı protesto edeceği kitlesel eylemler yapılabileceği öngörüsünde olan iktidar; şimdiden Gezi Protestolarını yargı üzerinden yeniden gündeme taşıyarak suç kapsamına alıp bir çeşit “hukuksal emsal” oluşturma çabası içerisinde…
Lakin unutulmamalıdır ki; yaşam tarzının tehdit altında olduğu endişesiyle geçim sıkıntısının yarattığı zorlanmalar aynı şey değildir…