UCUZ EKMEK CENNETİ
Geçen hafta İzmir-TARİŞ işletmesinde 7 işçi “DİSK’e bağlı Gıda-İş Sendikasına” üye oldukları gerekçesiyle işten atılınca, aynı sendikaya bağlı işçiler işten atılmaların devam edeceği endişesiyle fabrika önünde direnişe geçerler.
Ancak polis hem sendika yöneticilerini hem de 100 işçiyi kanunsuz eylem yaptıkları için gözaltına alır.
Bu uygulama beni şaşırtmadı.
Yıllardır yapılan bir şey bu.
Asıl önemli olan yan, bu iş yerinde DİSK’in üye çoğunluğunu sağlayarak işyerinde yetkili sendika durumuna gelmesine rağmen “işverenin ısrarla DİSK’i tanımaması ve yetkili kabul etmemesidir.”
Yine geçen hafta yapılan bir açıklamaya göre “10 ay içerisinde iş kazaları(!) sonucu 1646 işçi hayatını kaybetti. Bu işçilerin sadece yüzde 3’ünün sendikalı işçi olduğu kaydedildi.”
Peki, gerek siyasi iktidarlar, gerekse de işverenler işçilerin genel olarak sendika üyesi, özel olarak da DİSK’e üye olmalarını neden istemezler?
Şöyle açıklayalım:
Türkiye’de gerek kamu, gerekse özel şirketler ekonominin her alanında gerekli yatırımları yapmak için yeterli “sermayeye” sahip değildir.
Hele devlet eliyle el bebek-gül bebek büyütülen özel şirketler bir türlü sermaye birikimi yapamadıklarından yatırım ve üretim için devlet desteği ile “borçlanırlar…”
Ancak bu borçlanmalarda yeterli olmadığında siyasi iktidarlar “yabancı sermayenin doğrudan gelip yatırım yapmaları için çağırı yaparlar.”
Ancak gerek yerli gerekse yabancı sermayenin Türkiye’de yatırım yapmaları için “yüksek kar marjı gibi bir cazibenin(!) yaratılması gereklidir.”
Böyle bir cazibeye sahip olunmadığında yabancı ve yerli sermaye neden yatırım yapsın ki?
İşte bu cazibenin adı da “ucuz emek cenneti” olmaktır.
Üreten, hizmet veren, emeğini satarak hayatını idame ettirmekten başka bir seçeneği olmayan milyonlarca emekçiyi en düşük ücretle çalıştırmanın her türlü tedbiri siyasi iktidarlar tarafından alınır.
Bu tedbirlerin başında ise “sendikasızlaştırma” yer alır.
Siyasi iktidarlar ve onun hizmet ettiği sermaye grupları çalıştırdıkları işçilerin sendikalı olmamaları için türlü yöntemlere başvururlar.
Çünkü sendika demek işçilerin örgütlü gücü demektir.
İşçiler, emeğini yok pahasına satmamak, insanca yaşamak için sendikalarda örgütlenir ve işverenle emeğinin pazarlığını yapar.
Bu durum neyi yaratır?
Sendikalı olmak demek üretim maliyetinde işçinin emek payının yüksek olması demektir ve bu da işverenin “kar marjının düşük olması” anlamına gelir.
Yani yabancı ve yerli sermayenin yatırım yapması için gerekli olan “yüksek kar marjlı cazibenin” oluşması için o ülkede sendikasızlaştırmanın yaratılması gereklidir.
Böylesine bir cazibe Türkiye’de 12 Eylül Darbesiyle yaratılmaya başlanmış, AK Parti iktidarları ile de en yüksek noktasına ulaşmıştır.
Kısacası, emekçilerin sendikalarda örgütlenmesi –kar marjı düşeceğinden- sermayenin korkulu rüyasıdır.
Ama sendikalaşma istenmediği halde kaçınılmaz olunca bu kez siyasi iktidarların ve sermayedarın yanında yer alacak sendikalar “kurdurtulur” ve işçiler bu yolla düşük ücretle çalıştırılır.
Gerçek anlamda sınıf ve kitle sendikacılığı yapan, emekçinin çıkarlarını koruyan sendikalar sahne aldıkça sermayenin kâbusları da başlar.
Çünkü böyle bir sendikanın güçlü olarak örgütlenmesi “Türkiye’yi ucuz emek cenneti” ülke olmaktan çıkarır.
“İşte DİSK, bu anlamda siyasi iktidarların, yerli ve yabancı sermayenin kâbusudur, o nedenle işyerlerinde örgütlenmesi asla ve asla istenmez.”
***
Türk-Rus Toplumsal Formu…
Ya da bölgesel barış
Geçen haftanın en önemli olaylarından birisi Antalya’da gerçekleşen Türk-Rus Toplumsal Form toplantısıydı.
Toplantıda bu formun Türk ve Rus taraflarının eşbaşkan ve eş yetkililerinin konuşmalarını dinledim.
Öncelikle bu Formu “amaçları” bakımından çok önemsediğimi belirteyim.
Devletlerarası ilişkiden münezzeh olarak iki ülke halkının arasındaki dostluk ve kardeşlik ilişkilerini geliştirmeyi, ülkeler arasındaki sosyal, kültürel, sanatsal ve yaşamsal farklılıkları birbirlerine aktaran böyle bir çalışma, “bölgesel anlamda BARIŞA” hizmet eden bir çalışmadır.
Elbette Erdoğan ve Putin arasındaki yakınlaşma ve sıkı işbirliği toplumların da birbirleri ile ilişkilerinin gelişmesini tetikleyecek bir gelişmedir.
Ama bu arada bu Formun Türkiye ayağında eşbaşkanlık yapan ve Formun 4. Toplantısının Antalya’da yapılmasını sağlayan “Menderes Türel’in” de ciddi katkıları olduğunu unutmamak gerekir.
Özellikle konuşmasında ifade ettiği “global düşünüp yerel değerlendirmek” sözü, Formun temel felsefesini açıklaması bakımından ayrıca değerlendirmek ve Antalya için diğer ülke halklarıyla bu türden ilişkileri oluşturmak bakımından önemli bir sözdü.
Türel’in konuşmasında vurguladığı “Glokalizm” denilen bu felsefe, yerel değerleri koruyarak ve özünü bozmadan evrensel değerlere uyumunu sağlamak anlamına gelir.
Bu felsefe bizim kuşağın ve sosyalist gelenekten gelenlerin uzunca yıllardır savunduğu anlayışlardan birisidir.
Bir ülkenin, dünya ülkeleri arasındaki itibarının ölçülerinden birisi de “o ülkenin evrensel değerlere ne kadar katkı sunduğudur.”
Başta hukuk olmak üzere sosyal, sanatsal, kültürel, idari, yönetsel ve bilim alanlarda ortaya konulan evrensel ölçüler ülkelerin bu katkılarından oluşur.
Bu katkılarla oluşan evrensel değerler ne kadar çok ülke halkı tarafından kabul görürse “evrensel BARIŞ” o kadar sağlam temellere oturur.
Ancak Formda bir konuşma yapan “Rus Büyükelçisi Alexey Erhov’un” bir uyarısı da çok önemli geldi bana.
Büyükelçi şöyle dedi.
“Dışarıdan gelen büyük baskılara rağmen Türkiye ile ilişkileri sürekli geliştiriyoruz ve bunun için büyük gayretler sarf ediyoruz.
İki ülke halkına dayanan milyonlarca insan arasındaki ilişkinin gelişmesine büyük önem veriyoruz.
Ama bunlar şimdiye dek söz de kaldı ve gerekli ve gerçekçi adımlar hala atılamadı.
Helva helva demekle ağız tatlanmıyor…”
Umuyorum ve diliyorum ki; Türk-Rus Toplumsal Formu, iki ülke halkı arasındaki yakın ilişkiyi, bölgesel anlamda BARIŞI siyasilerin türlü manevralarına rağmen bozamayacağı kadar geliştirip güçlendirsin.
***
Tütüncü kamuoyunu tatmin etmeli…
Geçen hafta CHP Kepez İlçe Başkanı Servet Yıldız, Sayıştay Raporuna dayanarak, “Kepez Belediyesindeki kimi sıkıntıları” kamuoyu ile paylaştı.
Bende inceledim Sayıştay raporlarını ve denetçilerin bulduğu “usulsüzlüklerin” uyarılar sonucunda 2018 yılında yerine getirildiği ifade edilmiş.
Nedir bu eksiklikler bir bakalım.
Belediye tarafından kamu kurum ve kuruluşlarına tahsis edilen ait bazı arsa, arazi ve bina gelirlerinin muhasebe kaydı yapılmamış. 2017 yılında çalışanlarına ait yaklaşık 9 milyon TL tutarındaki kıdem tazminatı karşılığının yatırılmadığı ve muhasebe kayıtlarında bulunmadığı tespit edilmiş. 2017 yılında elde edilen faiz gelirinin 584 bin lirasının muhasebe kayıtlarında olmadığı ifade edilmiş. Belediyeye ait kiraya verilen 67 taşınmazın kira gelirlerinin muhasebe kayıtlarının olmadığı tespiti yapılmış.2017 yılına ait bu tespitler, Sayıştay Denetçilerinin uyarıları üzerine 2018 yılında giderildiğini ve söz konusu edilen bu kayıtların yapıldığı Belediye tarafından ifade edilmiş.
Belki unutulmuştur diye bellekleri tazelemek istedim.
Kepez Belediye Başkanı Hakan Tütüncü, başkanlıkta ikinci dönemini tamamlıyor.
Üçüncü dönemi olur mu, olmaz mı bilemem ama bir şeyini biliyorum.
İlk dönem AK Parti Gençlik Kolları Genel Başkanlığı yaparak Erdoğan’ın rahle-i tedrisinden geçip onun güvenini kazanmış birisidir.
Bu nedenle siyasette önüne daha büyük hedefler koymuş, daha ciddi sorumluluklar almaya kendini hazırlamıştır.
Ayrıca AK Parti içerisinde “görev alabilecek” yeterlilikteki kadrolar içerisinde siyasi ve kültürel donanımı en güçlü olanlardan birisidir.
Necip Fazıl’ı, İsmet Özel’i, Arif Nihat Asya’yı ne kadar iyi biliyorsa, Kuva-i Milliye Destanını ezbere okuyabilecek kadar Nazım Hikmet’i de iyi bilir.
“Reisi” birebir taklit etmez, AK Parti felsefesini kendi yorumları ve ifadeleriyle anlatmasını, analizlerini buna göre yapmasını bilecek kadar siyasi donanımlıdır.
İki dönemdir Kepez ilçesinde birçok faaliyeti oldu.
Özellikle insana dokunmayı çok iyi biliyor.
Kepez’in her sokağını karış karış dolaşıp oradaki insanlarla hasbıhal edip gönüllerini almayı da becerebilmiştir.
Bu nedenle Sayıştay Raporlarında ifade edilen bu “usulsüzlüklerin,” tüm olumlu yanlarının görmezden gelinerek seçimde propaganda malzemesi yapılacağını iyi bilir.
Özellikle CHP ve İYİ Parti tarafından girilen seçim turnikesi boyunca bu raporların elde ele dolaştırılacağından eminim.
Her ne kadar belirtilen sıkıntıların giderildiği ifade edilse bile, bunlarda belirli bazı “kayıp ve kaçakların” olduğunu unutmamak gerekir.
Bu nedenle en kısa zamanda Başkan Tütüncü, bu usulsüzlüklerde dahli olan sorumlular hakkında ivedilikle soruşturma açmalı ve sonuçlarını kamuoyu ile paylaşmalıdır.
Başkaları gibi ortaya çıkan sıkıntıları zamana yayarak, kamuoyu tarafından unutulmasını beklemeyeceğine inanıyorum.
Böyle yaparsa bumerang etkisi gösterecek ve oklar kendisine yönelecektir.
***
Nefretle yaşayanlar…
ABD’li yazar Frank G. Slaughter, Karartma Gecesi isimli kitabını okurken şu cümleye rastladım.
“Nefret, çıkarlara hizmet ettikçe ruhun rahatlatıcısıdır…”
Bu cümleyi okuyunca önce şaşırdım ve kitabı okumayı durdurup düşünmeye başladım bu sözü…
Çıkar çatışmalarının olduğu yerlerde çatışan tarafların mutlaka birbirine karşı nefreti vardır.
Bu nefret, onun çıkarını korumak ve geliştirmek için sürekli beslediği bir duygudur.
Üstünlüğü sağlayan tarafta nefret duygusu ruhların rahatlamasına yardımcı olur.
Kaybeden tarafta ise nefret duygusu daha bir keskinleşir….
Yani nefret duygusu “sınıfsal” bir duygudur.
Şöyle bir değerlendirin isterseniz…
Oligarşik sermaye neden emekçilerden nefret eder?
Fanatik bir faşist neden demokrasiden nefret eder?
Bağnaz bir radikal sağcı neden solculardan nefret eder?
Beyaz Türkler neden Ermenilerden, Kürtlerden, Araplardan nefret eder?
Bağnaz Sünni inancı olanların içinde neden dışa vurmadıkları bir Alevi nefreti vardır?
Bunları tersinden de okuyabilirsiniz…
İnsanda nefret duygusu durup dururken oluşmaz.
Bunu ortaya çıkaran somut olgu “çıkar çatışmasıdır…”
Özellikle sınıflı toplumlarda çıkarları arasında uzlaşma olmayan sınıfların ve kategorilerin birbirlerinden ölesiye nefret etmeleri bu somut olgunun sonucudur.
Baskı, zulüm ve her türlü acımasızlık nefret duygusunun esir aldığı çevrelerde görülür.
Bunların dilleri zehir saçar, gözlerine irin beyazlığı hâkim olur…
Ve hele bir de sermayeye gönüllü hizmet eden siyasilerin “nefreti” vardır ki, işte en tehlikelisi ve toplumların hayatında derin yaralar açan nefretler bu siyasilerden gelir.
Sermayenin çıkarlarını korumak ve kollamakla kendini görevlendiren bu siyasiler, nefretlerini her daim sıcak ve her daim yüksek dozda tutarlar.
Savundukları değerlere karşı olanlardan nefret ederler…
Ve bu nefret duygusu o kadar güçlüdür ki, bu onlarda kindarlığa dönüşür.
Sınıfsal çatışmalar keskinleştikçe nefret duygusunun kışkırttığı kindarlık intikamcı bir hal alır.
Ve bunun sonucunda temsil ettikleri sınıfın çıkarını korumak için katliam dâhil her şeyi yapacak kadar gözlerini döndürür bu kin ve nefret duygusu…
Bu tür siyasilerde nefret ve kindarlık o kadar tutkuludur ki başarısızlıklarında kin dolu gözleri dışarıya uğrar, avurtları şişer, kıpkırmızı bir yüzle etrafa dehşet saçarlar…
Bu nedenle nefret dolu bu türden siyasilerin ruhlarını rahatlatacak başarıları elde etmesine fırsat verilmemelidir…
Çünkü nefret ve kin BARIŞIN düşmanıdır…