İşçi sınıfına selam olsun
“Dünyanın en büyük havaalanını yaptık” diye gert gert övünmek marifet değildir.
Marifet, o havaalanını yapanların insanca yaşamasını sağlayacak şartları hazırlamak ve bunu yapan işçi sınıfının emeğine saygılı olmaktır.
Dünya, her gün yeniden kurulur ve yeniden üretir.
Dünyanın her gün yeniden kurulmasını ve yeniden üretmesini sağlayan ise işçi sınıfının emeğidir.
Bu nedenle boşuna dememişler “emek en yüce değerdir” diye…
Aylardır neredeyse köle insan şartlarında çalıştırılan 3. Havaalanı işçileri sonunda patladılar.
İşverene 15 maddelik “çalışma ve yaşama şartlarını iyileştiren” taleplerini sundular.
Bu talepler ne sosyalist devrim talebiydi, ne başkanlık sistemine karşı bir isyandı…
Basitti talepleri…
Her gün birkaç işçinin “iş cinayetlerinde” hayatını kaybetmesinden bıktılar…
Uyudukları barakaların tahtakurusu istilasından kurtulmasını, hastalarının en iyi şartlarda tedavi edilmesini istediler…
3 kuruş için ölmek istemiyorlardı, bu nedenle iş güvenliği için gereken önlemlerin alınmasını talep ettiler…
İşyerine, ulaşımın zamanında sağlanması için servis konulmasını istediler…
Ve çoğunluğun 6 aydır alamadıkları ücretlerinin ödenmesini talep ettiler…
Vayyy…. Sen misin bunları isteyen!
Bu bir isyandır, inşaatı sabote etmektir, mevcut iktidara karşı gelmektir dediler ve sabaha karşı saat 04.00 da, günün yorgunluğundan dolayı kan uykuda olan işçilerin yattığı barakaların kapılarını TOMALARLA kırıp binlerce polis ve jandarma ile operasyon yaptılar…
600 den fazla işçi gözaltına alındı…
Bu talepleri işverene ileten İnşaat-İş Sendikasının yöneticileri yaka-paça toparlanıp tutuklandılar…
İşte size bir işçinin ifadesi;
“Sabah 03.30 sıralarında kapılarının koçbaşıyla kırıldığını belirterek, "Uyuyorduk, ses gelmedi; koçbaşıyla kapılarımızı kırdılar. Hayırdır dedik. ‘Çalışmayanlar varmış' deyip baskı uyguladılar. Dün gece bizi uyutmadılar ve bugün bizim işe çıkmamızı istiyorlar. Ben bu baskı altında nasıl çalışayım. Ben de bu ülkenin vatandaşıyım; işçiyim ben işçi. Sen benim kapımı nasıl kırıyorsun? Medeni bir şekilde kapıyı çalabilirsin, ama yok, koçbaşını vurdular. Ben uyuyorum, nasıl duyurayım seni. Orası benim mahremim ve ben bunu kabul etmiyorum"
İşte küresel kapitalizme entegre olmanın yarattığı vahşi sömürü tam da budur.
“İşçinin alın teri kurumadan hakkını verin” diyen bir peygamberin izinden gittiğini söyleyen iktidarın bu söyleminin gerçekçi olmadığını, özünde sermayenin hizmetinde olan bir iktidar olduğunu bundan daha açık ve net hangi olay anlatabilirdi ki…
Bu işçilerin ve sendikacıların hepsi CHP’li ya da muhalif partilerin oy verenleri değildir.
Eminim ki büyük çoğunluğu AK Parti ve Erdoğan’a oy vermiştir.
Şimdi artık oy verdikleri partinin “garip gurebanın” partisi olmadığını, yandaş sermayeye hizmet eden, dolar milyarderlerini hızla artıran, ülkenin kaynaklarının yalap şalap yutulmasının önünü açan bir iktidar olduğunu daha iyi anlamışlardır.
Bir yandan yoksul halkla dalga geçer gibi hizmete özel 400 milyon dolara VİP uçağı alınırken; tarihimizin en derin ekonomik krizlerinden birinin yaşandığı günümüzde, krizin tüm yükü işçi sınıfı ve yoksul emekçilerin üzerine yıkılmaktadır.
Ve bunlar yetmezmiş gibi çocuklarına ekmek parası yetiştirmeye çalışan emekçiler işlerinden atılmakta ya da sesini çıkarmadan köle olarak çalışanlar insanlık dışı şartlarda çalışmaya zorlanmaktadır.
Uygarlık, yaptığın havaalanları ile değil, o havaalanlarını yapanları nasıl yaşattığınla ölçülür…
Bu nedenle her gün dünyayı yeniden kuran işçi sınıfına selam olsun…
***
Tapu senedi, milli iradedir
Antalya Valisi Sayın Münir Karaloğlu, geçen hafta Manavgat’ta katıldığı Şehitler Camisinin açılışında “Camiler bu toprakların kimliği ve tapu senedidir” dedi.
Bu ifadeleri okuyunca şaşırdım ve bir parçada afalladım…
Ben, valilerin “devletin valisi” olduğunu, devletin kuruluş felsefesine sıkı sıkıya bağlı, laik cumhuriyetten ödün vermeyen en büyük mülki amirler olarak bilirdim.
Bu sözlerin laik cumhuriyetin öznesi ile örtüşmediği kanaatindeyim…
Camiler elbette kutsaldır ve korunması, kollanması gereken mekânlardır.
Büyük çoğunluğu Müslüman olan ülkemizde elbette devlet, camilere gereken değeri ve önemi vermek zorundadır.
Ama bu zorunluluk ve İslam dinine olan hizmetlerin sonucu camiler, ne bu ülkenin kimliğini temsil eder, ne de bu ülkenin tapu senedi yerine geçer.
“Türkiye’nin kimliğini milli irade, tapu senedini ise milli iradenin tecelli ettiği TBMM ifade eder…”
Cumhuriyetimizin temellerinin atıldığı Sivas Kongresinin ilk maddesi şöyle der;
“Milli iradeyi hâkim, kuvayi milliyeyi amil kılmak esastır…”
Atatürk’ün, İslam iradesini değil, milli iradeyi esas almasının temelinde, Türkiye’nin bir imparatorluğun bakiyesi olması ve bu nedenle sadece Müslümanları değil, her inanıştan Anadolu insanını kucaklamak istemesi düşüncesi vardır.
Ülkemizde ibadet yeri olarak sadece camiler yer almaz…
Çok sayıda kilise ve sinagog vardır.
Ülkemizin kahir ekseriyeti Müslüman’dır ama Hıristiyan ve Museviler de yaşamaktadır.
Zaten bu özelliğimizden dolayıdır ki;
1924 Anayasasında “Devletin dini İslam’dır” ifadesi 1937 yılında değiştirilmiş ve “laiklik” ifadesi yer almıştır.
Laik cumhuriyetin temel özelliği “tüm inançlara karşı nötr olması ve eşit mesafede durmasıdır…”
Laik cumhuriyetin yöneticileri elbette inançlarından dolayı camiye de gider, cami açılışlarına da…
Hatta cem evlerine, kiliselere, sinagoglara da gidebilir.
Ancak bu kutsal mekânları yönetimi için referans alacak şekilde ifadeler kullanmamalıdır.
Sayın Valiyi ben 2011 yılında bir grup işadamıyla gittiğimiz Van gezisi sırasında tanımıştım.
Van Valisi olarak grupla yaptığımız kahvaltıya icabet etmişti.
Kahvaltı sırasında yaptığımız kısa sohbette; Atatürkçü, laik cumhuriyete özen gösteren, halkın değerlerine önem veren bir yönetici olduğu kanaati hâsıl olmuştu bende…
Antalya’ya atandığında henüz ayağının tozu silinmemişken 15 Temmuz darbe girişimi ile karşı karşıya kalan Sayın Karaloğlu’nun, soğukkanlılıkla bu süreci doğru bir şekilde yönettiğini, sonraki aylarda toparlayıcı ve kentin gelişimi için her kesimden insanla iyi diyaloglar kurduğunu biliyorum…
Bu nedenle yukarda yazdığım o ifadelerinin, dil sürçmesi sonucu kastını aşan ifadeler olduğunu düşünmek istiyorum…
***
Eşeği bulun yoksa yapacağımı bilirim…
“Bu kardeşinize oy verin faizin nasıl tepe taklak olduğunu göreceksiniz…”
24 Haziran seçiminden önce Erdoğan meydanlarda bunu söylüyordu.
Merkez Bankası tarihimizde görülmemiş faiz artışını yaptıktan sonra ise “Merkez Bankası siyasi iradeye tabii değil, bağımsızdır. İşte gördünüz ne yaptıklarını… Benim faizler konusunda hassasiyetin devam ediyor…”
Hoca Nasreddin, eşeğini kaybetmiş ve köy meydanına çıkıp bağırmış;
“Eşeğimi kaybettim, hemen bulun yoksa ben yapacağımı bilirim…”
Köylüler telaşla dağılıp Hocanın eşeğini aramaya başlamışlar…
Eşeğin bulunması geciktikçe Hoca öfkeyle bağırıyormuş;
“Tez eşeğimi bulun yoksa ben yapacağımı bilirim…”
Köylüler daha bir telaşla eşeği aramaya başlamışlar ve sonunda çayırın bir köşesinde otlanırken bulup Hocaya vermişler.
Ama köylüler yine de meraktan olsa gerek sormuşlar;
“Ya Hocam, eşeği bulamasaydık ne yapacaktınız?”
“Hiççç… Ne yapayım, eve gidip oturacaktım… nasıl olsa eşek bir yerlerden çıkıp gelecektir…”
Erdoğan, faizi tepe taklak edemeyeceğini bilmiyor muydu?
Biliyordu elbette…
Merkez Bankası’nın siyasi iradeye bağlı olarak kararlarını almayacağını da biliyor muydu?
Onu da biliyordu…
Hatta daha iddialı söyleyeyim:
Merkez Bankası kendisine doğrudan bağlı olsa bile, ekonomideki bu gidişattan dolayı bu faiz artışını kendisi yapacaktı…
Ama şimdi yönetemediği ekonominin krize girmesinin günahkârlarını bulmuş oluyor…
Önce papazın bırakılmaması, sonra Trump’un attığı iki tweet, şimdi de Merkez Bankası…
Yani şu papaz Türkiye’de bazı haltları karıştırmasa…
Trump denen faşist tweet atmazsa…
Merkez Bankası da faizlerle oynamazsa ekonomi tıkırında gidecek, her şey güllük gülistanlık olacak…
Peki, 54 milyar dolarlık yıllık cari açık nasıl kapatılacak?
483 milyar dolarlık dış borç nasıl ödenecek?
Amaaann… Sorduğun soruya bak…
İki seçim arasında birkaç yıl bu halka kemer sıktırırsan, orta ölçekli işletmelerde kendi yağında birkaç yıl kavrulurlarsa atlatılmayacak kriz yoktur…