Neler geçmedi ki…
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “döviz kuru ne olacak” diye soran bir vatandaşa, “bu da geçer ya hu…” diye cevap verdi…
Ne kadar doğru, ne kadar haklı ve ne kadar zarif(!) bir söz...
Neler geçmedi ki bu milletin başından…
Balkan Harbinden başlayarak bu milletin başından nelerin geçip gittiğini, nelere katlandığını, neler gördüğünü yazmaya kalksam sanırım tüm sayfa yetmez.
Kıtlık mı dersin, yokluk/yoksulluk mu dersin, çarığını yumuşatıp yemeler mi dersin, faili meçhul cinayetler mi dersin, darbeler, işkenceler, katliamlar, idam sehpaları mı dersin…
Bu millet bütün bunları yiyip yuttu ama hiçbir zaman kimi haramzadeler gibi “haram yemedi…”
Tarihinde bunca zorluğu ve yokluğu yaşamış ve başından bunca şeyler geçmiş bu millet elbette bu döviz kurundan kaynaklı sıkıntıları da geçirecek…
Biraz daha dişimizi sıkacağız…
Kemerde birkaç delik daha açacağız…
Ve geçecek ya hu…
Lakin bu geçince yeniden bir başka sıkıntıya doğru yelken açacağız…
Ve her sıkıntıda (şimdi olduğu gibi) bizlere cennet vaadi sözler söylenecek ham hayaller satılacak ve biz cenneti gözlerken kanımız biraz daha çekilecek ama birilerinin gövdesi emdiği kandan dolayı kenevari şişmeye devam edecek.
Döviz kuru yükseliyormuş…
Pöh…
Yükselse ne olur, yükselmezse ne olur!..
Vatan tehlikede kardeşim, vatan!…
Devletimizin bekası (!) gibi bir mesele kapımızı çalmışken yüksek dövizin lafı mı olur…
Varsın yükselen dövizden dolayı “emek ucuzlasın…”
Varsın yükselen dövizden dolayı “hayat pahalılığı artsın…”
Varsın yükselen dövizden dolayı “iğneden ipliğe zam gelsin…”
Varsın yükselen dövizden dolayı “birileri kenevari şişip daha çok dolar biriktirsin…”
Varsın yükselen dövizden dolayı “halk daha çok yoksullaşsın…”
Bize vız gelir, tırıs gider…
Ne yani, 3 kuruşluk döviz yüzünden birbirimize girip cennetten mi olalım şu dar-ı dünyada…
Üstelik bizim gibi munis, başına vur ekmeğini al karakterindeki bir millet daha başka şeylerinde başından geçmesine/geçirilmesine ses etmez.
Çünkü;
Yüksek döviz/ucuz emek sarmalının kendisine “geçirilmesine” hep kader diye bakar…
Yoksullaştırılmasına, kıt/kanaat geçinecek hale getirilmesine kader diye bakar…
Başka milletlerin birkaç yüzyılda bir kez yaşadığı sıkıntıları bizim milletimiz, bir insan ömründe birkaç kez yaşar ve buna da kader diye bakar…
Ve bir kez olsun,
“Ya hu hep kötü şeyler mi benim kaderim?
Yaradan benim yazgıma neden refahı, bolluğu, bereketi ve insan gibi yönetilmeyi yazmamış?”
Diye sorgulamaz ve asla da sorgulayamaz…
Niye mi?
“Sorgularsa cennetten olur…”
Oysa bir kez cennetten olmayı göze alıp sorgulasa asıl cenneti o zaman kazanacağının farkında değil…
***
Vatanseverleri susturamazsınız…
Bahçeli geçenlerde yaptığı konuşmada şunları söyledi.
“Ekonomik kriz çığırtkanlığına soyunan, işbirlikçilerden medet umanlar tescilli vatan hainidir.”
Deveye demişler ki “neren eğiri,” deve de şöyle cevaplamış “nerem düzgün ki…”
Şimdi Allah aşkına söyleyin, bu sözün neresi düzgün?
Dolar 3 TL den 7 TL ye fırlamışsa
Avro 4 TL den 8 TL ye tırmanmışsa
Mazot 5 TL iken 6,5 TL yi geçmişse
Merkez Bankasında faizler yüzde 18’e ve karaborsada ise yüzde 25’lere gelmişse
Cari açık 57 milyar doları aşmış ve dış borçlar 483 milyar dolar olmuşsa
Her ay elektriğe ve doğal gaza zam yapılıyorsa
Temel gıda maddelerinde fiyatlar kontrol edilemeyecek şekilde artıyorsa
Ve tüm bunların sonucunda nüfusun yüzde 75’i yoksulluk sınırında ve altında, yüzde 20’si ise açlık sınırında ve bunun altında yaşıyorsa
“Behey Bahçeli, bunun adı EKONOMİK KRİZ değilse, nedir?”
Ekonomiyi yönetemeyen ve berbat hale getiren bir iktidarı korumak sana mı düştü?
Ekonomideki beceriksizliklerini spekülatörlere ve Trump’a bağlayıp kendince antiemperyalist tavır alarak zahiren kurtulmaya çalışanlara can suyu vermek asla ve asla milliyetçi tavır değildir.
Ve hele hele ekonomide kriz var diyenleri vatan hainliği ile suçlamak senin harcın bile değildir.
Bak, gerçek bir vatansever olan “Nazım Hikmet” sen ve senin gibilere nasıl cevap vermiş vakt-i zamanında…
“Vatan çiftliklerinizse,
Kasalarınızın ve çek defterlerinizin içindekilerse vatan,
Vatan, şose boylarında gebermekse açlıktan,
vatan, soğukta it gibi titremek ve sıtmadan kıvranmaksa yazın,
fabrikalarınızda al kanımızı içmekse vatan,
vatan tırnaklarıysa ağalarınızın,
vatan, mızraklı ilmühalse, vatan, polis copuysa,
ödeneklerinizse, maaşlarınızsa vatan,
vatan, Amerikan üsleri, Amerikan bombası, Amerikan donanması topuysa,
vatan, kurtulmamaksa kokmuş karanlığımızdan,
ben vatan hainiyim.”
Milliyetçilik yaftası altında bir avuç zenginin kasasını kirli dolarlarla doldurmasına, dolar milyarderlerinin krizlerde daha da artmasına destek olanlar, gerçekten vatansever ve gerçek milliyetçi insanların bu kirli oyunlara ses etmemesi için onların duygularını kışkırtarak kandıranlar sözüm ona vatansever olacaklar;
Ama ülkeyi küresel sermaye ve onun işbirlikçilerinin soymasına karşı çıkanlar, bu soygunun ekonomik kriz adı altında yapılmasına göz yummayan ve bu nedenle sesinin yettiğince “ekonomide krize dayalı soygun var” diye bağıranlar vatan haini olacaklar öyle mi?
Hadi oradan…
Senden ne milliyetçi olur, ne de vatansever…
Senden olsa olsa beceriksiz iktidara yandaş siyasetçi olur ancak…
***
Sabahın büyüsü…
Sabah uykusunu severim.
Ancak dün sabah bir şey beni dürttü sanki ve birden uyandım.
Müezzinin yumuşak ve ısrarlı namaz çağırıları, Döşemealtı’nda dolaşmaya başlamıştı uyandığımda.
“…Esselati hayrün minen nevm…”
Hemen her sabah aksi ve yorgun uyanmama rağmen dün sabah uyandığımda ruhani bir duygu kapladı içimi…
Her zamankinin aksine hafif ve dinçtim.
Belki müezzinin mistik sesiydi beni dinginleştiren, bilmiyorum.
Usulca kalkıp balkona çıktım ve günün ilk sigarasını yakarak platonun o saatlerde hala karanlık olan belli belirsiz sülietine odaklandım o dingin ve ruhani halimle…
Bir saka kuşunun melodisi ile başlayan ve aynı anda bir ağaçkakanın temposuyla süren kuşların senfonisi sabahı daha da büyülemişti.
Taa uzakta, Torosların ufuk çizgisinde kirli bir aydınlık uç vermişti.
Biliyordum, her dakika bu kirlilik azalacak, daha aydınlık bir gökyüzü oluşacak, Akdeniz mavisini daha cömertçe sunmaya başlayacak ve güneş tabak gibi bir yüzle yeni bir günü aydınlatmaya başlayacaktı.
Balkonun korkuluklarına yaslandığımda müezzinde çağırısını bitirdi o an.
Şimdi sessizce ezan sonrası duasını okuyordur, havada bir süreliğine asılı bıraktığı “Allah-u Ekber…” sözlerinin ardından…
Oturdum.
Kuşların senfonisi eşliğinde sabahın bu ilk anlarının sessizliğini sindirmek istedim.
Bir serçe kondu bir kulaç öteme…
Bir yandan korkak bakışlarla bana bakıp bir yandan da taşın oyuğuna birikmiş suyu ince, kırmızı gagasıyla alıp tanrıya şükredercesine başını yukarıya kaldırıp yuttu ve pırrr sesiyle uçup greyfurt dalına kondu…
İnce bir ayaz çıktı.
Ve bu ayazın arasından varlığını ancak yanaklarımın duyabileceği kadar hafif bir esinti doldurdu çevreyi, içinde fesleğen ve sardunya kokularını taşıyarak.
Sonrasında türlü, çeşitli ve tarif edemediğim birçok koku burnuma konuk olmaya başladılar, sabahın kirlenmemiş arılığı içinde, tüm saflıklarıyla…
Bir esinti içinde birbirine karışmayan ama birbirine tutunmuş olan kokular…
Bir şiir lirizminde…
Bir Rönesans tablosu kadar huzur vericiydi…
Yani, Türkiye’ydi…
Yani, Antalya’ydı…
Binbir renk, binbir kokudaki ülkem ve kentim…
Zaten Hititlerde “Bin Tanrı İli” demiyorlar mıydı Anadolu için…
Burdur Yolunda giderek hareketlilik artmaya, sülietlerin yerini net resimler almaya başladı.
Egzoz kokuları sardunya kokularını bastırır oldu.
Sabahın o ilk büyüsü yerini kanlı/canlı bir hayata terk etmeye başladı.
Yeniden ruhumda aksilikler, bedenimde yorgunluklar hissetmeye başladım.
Sigaramdan çıkan duman yumuşacıkken, zehir/zemberek bir hal almaya başladı…
Dağınık yatağım beni çağırıyor…
Biraz daha uyusam fena olmayacak zahir…
Zaten simsiyah bir karganın kaba gaklamasıyla kuşlar da senfonisini kesmişti birden…
***
Bugünü yaşayanlar…
Haftada 2 günü kafama takmadan yaşıyorum.
Hangi günler mi?
Cumartesi ve Pazar dediyseniz yanıldınız…
Kafaya takmadan yaşadığım günlerin birisi, “dündür.”
Çünkü dün; hatalar, acılar, yanlış anlamalar, pişmanlıklarla doludur…
Bunlar geçmişte kaldı artık…
Zamanı geriye döndürmenin, dünü yeniden yaşamanın olanağı yoktur…
Geriye dönüp “ya pardon, ben hata yaptım, düzelteyim..” deme şansı da yoktur.
Yanlışları, hataları ve günahlarıyla “dün, yaşanmış ve bitmiştir…”
Dünü yaşayan “müzede yaşar…”
Mevlana’nın dediği gibi, “…dün, dünde kaldı cancağızım…”
Kafaya takmadan yaşadığım günlerin diğeri ise, “yarındır…”
Hiç kimse yarını, bugünden kontrol altına alamaz…
Hep planlar yaparız.
Tasarımlar kurarız yarınlar için…
Ve bu planlarda, tasarımlarda ana unsur, “ güneştir.”
Yarın elbette ki güneşli olacaktır.
Ancak bu güneş, planlarda olduğu gibi pırıl pırıl mı doğacak, bulutların arasında mı olacak?…
Bunları bilme olanağı bugünden yoktur…
Çünkü hayatın diyalektiği sizin planlarınıza ve tasarımlarınıza göre gelişmez…
Sizin niyetleriniz ve tasarımlarınız sübjektiftir…
Hayatın nesnel oluşumuna bu subjelerin uygun olup olmadığını bilemezsiniz…
Bu nedenle ben, yarının tasarımlarını elde tutup “bugünü yaşarım…”
Böylece intikam duygusu taşımam, kindar olmam…
Hayatla mücadelemi bugünkü enerjimle yaparım…
Bu bende sevgi duygusunu güçlendirir.
İşin içine dünü ve yarını kattığımda, bugünkü enerjimi de sevgi duygularımı da yitiririm çünkü…
Dünle haşır neşir olduğumda ya da yarınla ilgili planlamaya enerjimi ayırdığımda “bugünü ıskalamış” oluyorum…
Bugünü dibine dek yaşamak gerek…
Çünkü bugün yaşadıkların yarın, “dün olacak…”
Ve yeniden bugün olduğunda, -artık dün olan- yaşadığın “bugünün” muhasebesini yapacaksınız…
İşte o zaman enerjiniz bitmiş, tükenmiş olacak…
Her sabah, dün yokmuş gibi güne başlamak ve sanki o günün sonunda hiç olmayacakmışsınız gibi yaşamak ve günü öyle bitirmek gerek…
Ömrünüzün sonuna geldiğinizde dünler birikir ve karşınıza “bir ömür” olarak çıkar…
Ve o ömür artık bir romandır…