Sayın Başkan biz uydurmuyoruz…
Büyükşehir Belediyesi’ne ait Portakal isimli gazetede Başkan Türel, Kepezaltı ve Santral mahallelerinde yapılan kentsel dönüşüm için yaptığı açıklamada şunları demiş.
“Vakıfların burada bir tezyidi bedel davası vardı. Belediye faiziyle birlikte 100 milyon lira civarında borcu karşılamak durumundaydı. Vakıflarla borç meselesini kapattık. Onunda anlaşmasını tamamladık. Şimdi bir tane ticari alandaki şerh de kalktı. Bundan sonra ne uyduracaklar görelim…”
Bu konuda Antalya basınında en geniş araştırmayı yapıp yazan benim.
Ve Sayın Başkan, ben iddialarımın hiç birini “uydurmadım.”
Aksine açıklamalarınızla ile benim iddialarımı zaten doğrulamış oldunuz.
Neydi benim iddialarım, kısaca hatırlatmakta fayda var.
2886 Sayılı Devlet İhale Kanununa göre yapılan bu ihale sorunludur.
Söz konusu yasaya göre, kamu kurumunun kendi arazisi üzerinde ihaleye çıkabilmesi için arsa üzerinde kısıtlayıcı ve engelleyici bir durumun olmaması gerek
“Nitekim arazi üzerindeki şerhin kalkmasından önce ihale yapılmış ve sonrasında kaldırılmıştır.”
Görüldüğü üzere Vakıfların “tezyidi bedel” davası açtığını, bu dava ile bağlantılı olarak tapu kaydında şerh olduğunu ve bunun “ihale sonrası kaldırıldığını” kendisi itiraf ediyor…
Demiştim ki, “Vakıflar Genel Müdürlüğünün ihale edilen söz konusu bu araziler üzerinde ki “şerhinin” kaldırılması için Büyükşehir Belediyesine ait eşdeğerde başka bir arazi ile takasının yapılması için Büyükşehir Encümene yetki verildi.
Bu iddiamda doğrulandı.
Vakıflara Otogar alanı içinde bulunan “zıp zıp çocuk oyun alanı” verildi ve böylece takas yoluyla Kepezaltı ve Santral mahallelerindeki şerh kaldırıldı.
Bu konuda Büyükşehir Meclisinde alınan karar aynen şöyle;
“Antalya Büyükşehir Belediyesinin Vakıflar Genel Müdürlüğüne İmar Planlarından dolayı kamulaştırmalardan doğan dava sonucu oluşan borçlarına karşılık metrekaresinin 2,750 TL den az olmamak kaydıyla (..) Borçlar Kanunun hükümlerine göre TAKAS edilmesi hususunda Encümene yetki verilmiştir”
Demiştim ki; “2886 Sayılı Yasaya göre; bu tür ihalelerin ve İhale Sözleşmesinin yapılabilmesi için, projeler hazırlanır bu projeye göre oluşacak her daire ve işyeri gibi bağımız bölümler ayrı ayrı tapuya işlenir ve her bağımsız bölüm kadar tapu hazırlanır.
Bu tapu kayıtlarına göre kat karşılığı ihalesi ve ihale sözleşmesi yapılır.
Bunlar olmadan yapılacak ihale 2886 Sayılı Kanuna ve keza Kentsel Dönüşüm Kanununa aykırılık teşkil eder.”
Başkan Türel ne diyor açıklamasında, “Tapularınız yavaş yavaş hazırlanmaya başlıyor. Siz verdiğimiz sözü tutacağız.2019 Ocak sonu Şubat ayı içerisinde tapularınızı teslim edeceğiz...”
Başkan Türel, ihaleden önce oluşacak her bağımsız bölüm kadar “tapunun olmadığını yavaş yavaş hazırlandığını” kendisi ifade ediyor…
Bunlardan başka daha bazı iddialarımda var ancak şimdilik sadece Başkanın açıkladığı kısımla yetinelim.
Sayın Başkan, biz hiçbir iddiamızı uydurmadık.
Yaptığınız bu icraatı, bizzat AK Parti Hükümetlerinin uygulamaya koyduğu yasalara göre analiz ettik.
Ve bizleri doğruladığınız için size teşekkür ederim…
***
Siyasi reformlar şart…
Seçimden sonra dövizdeki hızlı artışın ateşi nispeten söndürülmüş gibi duruyor.
Buna rağmen 6 TL’nin üzerinde seyreden doların ve 7 TL’nin üzerindeki euronun ekonomiye ciddi zararlar vereceği çok açıktır.
Palyatif tedbirlerle belki bir süre daha idare edebiliriz ama kısa vadede bunların çözüm olamayacağını bilmek için ekonomist olmaya gerek yok.
2017 bütçesindeki 57 milyar dolarlık cari açığı kapatmak için “sıcak para” girişi sağlanmadıkça alınan tüm önlemler kamu maliyesini giderek daha zora sokacaktır.
ABD ile yaşanan siyasi gerilim sonucunda; Türkiye’ye sıcak para akışını sağlayan kuruluşların yolu kesilmiştir.
Rusya, İran ve Çin’den bu parayı bulmamız mümkün değil.
Rus Rublesi ve İran Tümeni her geçen gün dolar karşısında kar gibi eriyor.
Çin ise verebileceğini verdi, 3,5 milyar dolar gibi komik bir krediyi ancak alabildik.
Öyleyse bu sorunu aşabileceğimiz tek güç kalıyor geriye, o da “Avrupa Birliği.”
AB’nin patronu durumundaki Almanya’dan ihtiyaç duyulan sıcak parayı alabilmemiz mümkün ancak, onlarda yaptıkları açıklamalarda “Bugünkü siyasi yapılanmayla bunun mümkün olmadığını söylüyor.”
Nitekim geçen hafta Almanya’da yayınlanan iki gazetede bununla ilgili yorumlar şöyle:
Die welt gazetesinin yorumu…
“Türkiye'nin ekonomik bakımdan istikrarlı olması doğal olarak Almanya'nın da çıkarınadır.
Ancak liranın değer kaybetmesinden spekülatörlerin sorumlu olmadığı, Trump'ın yaptırımlarının da olsa olsa krizi hızlandırdığıdır.
Dış yardım, Erdoğan'ın uygulamalarını destekleyici tarzda olmamalı.
Dış yardım şarta bağlanmalı.
Erdoğan'ı ve halkını küçük düşürmek değil, milyarlık kredilerin dipsiz fıçıya boşaltılmaması için bu gerekli.”
Frankfurter Allgemeine gazetesinin yorumu…
“Almanya, içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılardan bizzat sorumlu olmayan bir ortağına tabii ki yardım etmeli.
Ama cumhurbaşkanının destek görmek için gürültü kopardığı Türkiye'ye ancak siyasi değişiklik şartıyla yardım edilebilir.
Uluslararası Para Fonu da yardım için siyasi reformları şart koşacaktır.”
Görüldüğü gibi dış dünyada bugüne kadar alınan kredilerin “dipsiz bir kuyuya boşaltıldığı” şeklinde bir kanaat vardır.
Bu kanaatten dolayı Almanya başta olmak üzere dış kaynaklı kredilerin verilebilmesi için siyasi reformların yapılması gerektiği görüşü hâkim.
Bu görüş bana göre asla “Erdoğan düşmanlığı” falan değil.
İstenen şey, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin AB müktesebatına uyumlu hale getirilmesidir” ve bunun yapılması da siyasi reformlara tekabül eder.
“Yani, laik ve demokratik bir hukuk devleti işleyişinin AB normlarına göre yeniden reforme edilmesidir.”
Türkiye bu kapıyı açtığında eminim ki içinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları aştığı gibi ekonomideki yapısal sorunlarını da zaman içinde aşacaktır…
***
Dostum Memet Çelik
Odamın ışığını kapattım…
Sadece kırmızı, koca mumun titrek sarı ışığında, lacivert geceden yansıyan tek tük yıldızları izliyorum..
DVD çalarda Belgrat’tan aldığım, Sırp müzisyen Stosic’in “Lela Vranjanka”sı çalıyor…
Stosic, tenor sesiyle hayatımın uç noktalarına değinirken düşündüm…
Hayatım dediğim sürecin ne kadarı bana ait oldu?
Ne kadarı “benim gibi?”
“Lela Vranjanka”dan yükselen lavtanın kıvrak melodisindeki notaların görünmez kapısından süzülüp farklı ve renkli çizgileri olan bir dünyaya geçmeyi hayal ediyorum, gözlerim kapalı…
Birden tümüyle bana ait olan bir hayatın içinde buluyorum kendimi..
Her şeyleri bana ait olan bir hayat…
Kırmızı, koca mumun titrek sarı ışığı, çocukluk günlerimin üzerinde flu yansımalar meydana getiriyor.
Babasızlık ve yoksulluktan dolayı, 3 yaşında Malatya’dan, Gaziantep Çocuk Yuvası’na gönderilen Memet Çelik’in, ilkokul yaşlarındayken köyündeki taş ocağında, körpe bedenine yüklenen taş hamallığı...
Ortaokul yıllarında beraber kız tavlamaya çıkışımız.
Kız meselesinde, kızların kardeşleriyle kavgalarımız…
Sınıfımızdakilere göre; Memet Çelik, “sokak çocuğuydu.”
Çünkü okula gelirken sadece bir tane kalın, sarı yapraklı defterle gelirdi.
Bilmezlerdi Çocuk Esirgeme Kurumunda, çocuklara her ders için bir defter vermediklerini…
Bilmezlerdi ki, itilip kakılan ve sadece merhamet duyulan “Kurum çocuğu” olmayı kabullenmediği için her şeyi ve herkesi tiye aldığını ve bunun sayesinde kişiliğini koruduğunu…
Ve hele yıllar sonra Petrol-İş sendikasında, sınıf savaşının yıkılmaz sınıf önderlerinden biri olacağını elbette bilemezlerdi…
O kocaman yüreğinde sadece sevgili eşi Müzeyyen ve 3 kızını değil, sınıf mücadelesinin korkusuzluğunu ve yılmazlığını taşıyacağını nereden bileceklerdi…
Kırmızı, koca mum söndü…
Stosic’in “Lela Vranjanka”sı bitti…
Lavtadan yükselen notanın görünmez kapısından geri döndüm…
DVD de, “venceremos”u dinliyorum bu kez…
“…kahrolsun halkın katili cunta.”
Selam sana işçi sınıfının onurlu sınıf savaşında ayakta kalabilen Memet Çelik…
***
Antalya milyonluk bir kasabadır
Geçen hafta sosyal medyada bir açıklama okudum.
Bir vatandaş, “AK Partinin, tarım politikalarıyla kasaba kültürünü yok edeceğini” ileri sürmüştü…
Ve açıklamasında, kasaba kültürünün korunmasından yana olduğunu belirtmeyi eklemeyi de ihmal etmemiş.
Gerçekten merak ediyorum, bu insanlar “kasaba kültürünü” ne zannediyorlar?
Yaşadığı büyük kentten kaçarak yılda 5-10 gün “dayısının evine” gittiğinde gördüğü misafirperverliği kasaba kültürü mü sanıyorlar acaba?
Ya da kısa süre için kaldığı evin tahtaboşundan seyrettiği, vadide akan derenin, ruhunda meydana getirdiği pastoral keyfi, kasaba kültürü olarak mı değerlendiriyorlar?
Kasaba kültürü; en gerici, en tutucu ve değişime en kapalı feodal kültürü temsil eder.
3-5 eşrafın, idari makamları kontrol ettiği, yaşayanların her türlü haklarını ancak bu eşrafın izin verdiği ölçüde kullandığı bir kültürü temsil eder, kasaba kültürü.
Bu vatandaş ve onun gibi düşünenlerin “kentlileşme” diye bir kavramdan haberleri yok zahir.
Sanırım bu insanlar, kentlileşme denildiğinde milyonlarca insanın bir arada yaşadığı yerleşimleri anlıyorlar.
Çağdaşlaşma ve ilerlemenin yolunun, kent kültürünün ülkede egemen olmasından geçtiğinden haberleri de yoktur.
İdari anlamda “kasaba” olan yerlerin de “kentlileşebilmesi” gerektiğini ve bunun için bu yerleşim yerlerinde ciddi bir kültürel değişimin yaşanması gerektiğini bilmem söylemeye gerek var mı?
Ama ne yazık ki İzmir başta olmak üzere birkaç şehrimiz dışında “kentlileşmiş” şehirlerimiz henüz yok.
Modern hayatın gerektirdiği gibi hak ve özgürlüklerini arayan, bunun için örgütlenebilen, toplumsal üretimdeki yerini eğitimle alabilen, üretebilen ve bir arada, “eşit koşullarda” yaşamasını beceren insan toplulukları kentleri meydana getirirler.
Bizde maalesef bu süreç bitmiş değil.
1970’lerde başlayan kasabadan şehirlere göç, o şehirlerin uzunca yıllarda oluşturduğu kent kültürünü de kentin hafızasını da yok etmiş, yerine milyonluk kasabalar meydana getirmiştir.
Ne yazık ki Antalya’da milyonluk bir kasaba durumundadır yıllarca aldığı göçler nedeniyle…
Öyle “dünya kenti Antalya” ya da “Antalya çok güzel” gibi kavramlarla Antalya’nın kocaman bir kasaba olduğu gerçeğini gizleyemezsiniz…
Bir kentin dünya kenti olması ya da çok güzel bir kent olması, o kentte yaşayan insanların sahip oldukları modern kültüre ne kadar hâkim olduklarına ve üretim ilişkilerindeki gücüne bağlıdır.
“Antalya’nın yerlisi olan yaşlılarla konuşun bakalım, Dokuma Fabrikası, Pil Fabrikası, ANTBirlik gibi üretici güçler varken sizlere ne kadar naif, ne kadar zarif ve ne kadar sevecen insan ilişkileri olduğunu ballandırarak anlatacaktır.”
Ama yine de bir gün gelecek diyalektiğin işleyişi sonucu bu kasabalılarda kentlileşecek…
Bu sürecin hızı, bu şehrin insanlarının yaşadığı üretim ilişkileri ile belirlenecektir.
Şunu asla unutmamalıyız:
Modern kentlerin oluşumunun önündeki en büyük engel, özellikle siyasi iktidarlar tarafından korunmak istenen “kasaba kültürüdür.”
***
Gırtlağımdaki kelimeler
Ne anlaşılmazlarla iç içesin Antalya…
Gırtlağımdaki kelimeleri suratına fırlatmak için en yükseğine çıkıp baktım sana yeniden..
Bi daha,
Bi daha..
Yeni iklimler peşindeki yüreğimin sesiyle yelkenlerimi, ılık Akdeniz melteminle şişirip sana koştuğuma pişman mıyım yoksa?
Yüzünde giydirilmiş kimliklerle dolaşan, bizleri soyan ve gırtlağımıza çökmek için uygun zamanı bekleyenlerle doldun, taştın…
Oysa ışıl ışıl Japon ipeği gecelerinle ve barışın okşayıcı elleriyle serinletirdin alnımızı…
Şimdi, kör karanlıklardan çıkan puştların ele geçirmeye çalıştığı bu kentte, dört bir tarafımızı kuşatan kötülüğün çelik kolları yüzümüze, gözümüze kirlerini bulaştırmaya çalışıyor…
Hatta bulaştırdılar bile…
Sevgi elçileri, adalet savaşçıları geri çekiliyor…
Barışın anaları ağlıyor…
Sevgiye, adalete ve barışa karşı işlenen suçların ürettiği kurşunların, yüreğine gömüleceği günler artık daha yakın…
Yoksa dönmek zamanı mı?
Yelkenleri ters fora etme zamanı mı geldi yoksa?
Kaçmak mı?!…
I-ıhh olmaz…
Kimselere görünmeden, geride bıraktığımız izleri takip ederek dönmek yenilmektir, teslim olmaktır, daha da ötesi kendini pazara çıkarmaktır…
Bugüne dek teslim olmadık, olmayız…
Hep dik durduk ve öylece kalacağız…
Öyleyse?…
Gecenin karanlığında ince belli kaldırımlarda yüze sürülen kirlerin, sabahın serinliğinde temizlenme zamanıdır…
Direnme,
Mücadele etme,
Teslim olmama zamanıdır…
Bir karabasan gibi çöken yenilmişlik ruhundan sıyrılma zamanıdır…
Yüreğine doğru giderek uzanan mafyatik elleri kırma zamanıdır…
Kuşkonmaz öpücükleri, yeniden yaşamanın zamanıdır…
Kucağında yediveren güllerle sevgiliyle vuslat olma zamanıdır…
Yokluğu, yoksulluğu, yenilmişliği yok etme zamanıdır…
Haydi barışın anaları,
Haydi adaletin savaşçıları…