Türel’e sözüm söz…
Başkan Türel, Belediye memurlarının sendikası ile yaptığı sözleşme esnasında geçen hafta yazdığım “Türel’in on bin kişi istihdamı” başlıklı yazıma bir soru üzerine cevap vermiş…
Ben yazımda “Boğaçayı’nda on bin ırgatın çalıştırılacağını imalat bittikten sonra güle güle denileceğini” yazmıştım.
Bu yazıma Türel, “Örümcek zihniyetli oldukları için proje bittikten sonra orada on bin kişinin iş sahibi olacağını söylediğimizi bile anlamıyorlar. Neymiş, sigortasız çalıştırılacak, ırgat olacaklarmış. Yazıklar olsun” dedi.
(Ben sigortasız demedim, ırgat olacaklar dedim…)
Elbette insanların ekmek parası için çalışması ve işsizlikten kurtulması beni son derece mutlu eder.
Lakin bu projenin iki ayağı olan yat limanı ve peyzaj alanının neresinde on bin kişi istihdam edilecek diye epey kafa yordum ama içinden çıkamadım.
Ben de makine mühendisleri başta olmak üzere çevre, ziraat, şehir plancıları, mimar odalarındaki yetkililere sordum bunu, onlarda içinden çıkamadılar.
Hepsi de “sahi bu proje bittikten sonra on bin kişi bunun neresinde çalıştırılacak” diye meraklandılar.
Demek ki sadece ben “örümcek kafalı(!)” değilmişim.
Anlı şanlı oda başkanları da Türel’in tanımına göre “örümcek kafalı(!)” çıktılar…
Ben diyorum ki, Türel bu projeyi tüm detayları ile önüne koyup bir basın toplantısı ile nerede ne kadar işçi istihdam edeceğini bir anlatsa da bizlerinde kafalarımızda ki örümcek ağlarını(!) temizlese nasıl olur?...
Beni ikna ederse vallahide billahi de bu projede onu destekleyeceğim…
Türel bilir, ben söz verirsem yaparım, tıpkı Arena Stadı’nda desteklediğim gibi…
Şu domatesten çektiklerimiz…
Rus uçağının düşürülmesi sanırım Rusya’ya yapılan domates ihracatının da miladı oldu.
Rus turistlerin ayağının çekilmesi yetmezmiş gibi Antalya domateslerinin de suyu çekildi.
Niye çekilmesin ki, Rusya’dan turist ithal ediyor, karşılığında da domates ihraç ediyorduk.
Neyse ki devletimiz hata yaptığını ifade edip özür diledikten sonra Putin’in âlicenaplığı tuttu da turistler Antalya’ya gelmeye başladı ama domates yine seralarda kaldı.
Birkaç milyar dolar verip Rusya’dan S400 füzelerini almamızda domates ihracatının yolunu açamadı.
Çiftçilerimiz ha bugün, ha yarın diye domatesleri ihraç etmenin yolunu gözlerken “domatesin sesi Azerbaycan’dan geldi…”
Geçtiğimiz hafta Rus İhraç Merkezi ile Azerbaycanlı 14 şirket arasında 3 milyar 700 milyon dolarlık tarım anlaşması yapıldı.
İhracatın yüzde 70’ini de domates alımları oluşturdu.
Görülen o ki; Antalyalı çiftçilerimizin domatesleri Rusya’ya ihraç etmeleri bir başka bahara kaldı…
Domates yerine artık hıyar mı ekerler, yoksa kabak mı onların bileceği şey…
Ahmet Şık çıkacak, yine yazacak…
Ailesi Antalya’da ikamet eden Cumhuriyet Gazetesi yazarı Ahmet Şık, FETÖ mensubu olmaktan dolayı yargılandığı davada savunmasını yapamadan mahkeme dışına çıkarıldı.
“İmamın Ordusu” kitabıyla FETÖ örgütlenmesini Türkiye’de ilk deşifre eden Şık, o dönemde FETÖ’cü savcı ve polislerce tutuklanmış uzun süre cezaevinde kalmıştı.
Kaderin garip cilvesi(!) mi desek ne desek bilmem ama 15 Temmuz darbe girişiminden sonra bu kez FETÖ’cü olmakla suçlandı ve 1 yıldır cezaevinde…
Birkaç yıl ara ile hem FETÖ karşıtı, hem de FETÖ’cü olmakla suçlanmak sanırım dünya yargı tarihine “garabet yargılama” örneği olarak geçecek bir olaydır.
Bütün bunlar bir yana, bir insanın en demokratik temel hakkı “savunma hakkıdır…”
Suçlamalara karşı bir insan kendini savunamazsa onun hakkında nasıl bir hüküm kurulacaktır.
Yargıcın “siyasi savunma yapamazsın” gerekçesi ile savunmasını yaptırmaması adil yargılanma hakkını da ortadan kaldırır.
Bir kişi kendini “istediği şekilde” savunur ve bu hakkı elinden alınamaz.
Kaldı ki, hangi türden savunma yapılırsa yapılsın, tüm savunmalar “özünde siyasidir…”
Çünkü hayata yön veren, insanları ve toplumları biçimlendiren temel çizgi siyasettir.
Bu anlamda bir katilin, cinayeti işlediği dönemi ve içinde bulunduğu sosyal durumu anlatması ile Ahmet Şık’ın savunması arasında hiçbir fark yoktur…
Türbanlı, fesli helâ…
Geçen hafta CHP Büyükşehir ve Muratpaşa Belediye Meclis üyesi “Songül Başkaya,” çok önemsediğim bir konuyu kamuoyuna taşıdı.
Başkaya yaptığı açıklamada Akdeniz Üniversitesi’nin stadyumundaki “helâlarda” kadın ve erkek bölümlerini gösteren simgelerde “İslami ve Arap” motiflerinin kullanıldığını ifade etti.
İlk bakışta çok önemsiz gibi görünse de hatta bazılarınızın “ya ne uğraşıyorsunuz gereksiz şeylerle” dese de aslında çok önemsenecek bir olaydır.
Helânın kadın simgesinde türbanlı, erkek simgesinde de fesli ve şalvarlı motifleri kullanmak bir “zihniyetin” dışa vurumudur.
Bu zihniyet, siyasetin İslamlılaştırılmasının yanı sıra “sosyal hayatın da İslamlaştırılması” çabasıdır.
Hela deyip geçmeyin.
Günde 5-6 kez gittiğiniz bu yerde bu motiflerle yüz yüze gelmeniz zamanla bu simgelerin çağrıştırdığı algıyı kanıksamanızı sağlayacaktır
Hitler’in Propaganda Bakanı Göbbels’in Nazi propagandasının temelinde, “insanların bilinçaltına simgeleri yerleştirmesi ve bu algıyı kanıksatması” yatar.
Akdeniz Üniversitesi Rektörünün seküler bir hayat tarzını benimseyen bir bilim insanı olduğunu sanıyorum.
Umarım, bu türden simgelerin üniversite yerleşkesinde olmaması gerektiğini bilecek kadar demokrat ve aklı başında bir bilim insandır.
Çevre nedir, çevreci kimlere denir…
Çevre kavramı son 20 yıl içinde hayatımızın en önemli kavramlarından birisi haline geldi.
Çeşitli yatırımlar için milyonlarca ağacın kesilmesi, maden ve taş ocakları için dağlarımızın delik deşik edilmesi ve hele HES (hidro elektrik santrali) yapmak için derelerimizin kurutulması ve vadilerin çölleştirilmesi, kömür havzalarına termik santraller kurulması ile hava kalitesinin bozulması sonucunda çevre meselesiyle daha çok haşır neşir olduk.
Yerelde ise hiç gündemin aşağılarına düşmedi.
Kimi zaman maden ocakları ile kimi zaman Dokuma, kimi zaman Zeytinlik, Lara Kent Parkı, Akdeniz Kent Parkı, tarım alanlarının yerleşime açılması olayları ile hep gündemimizde oldu.
Şimdi de Boğaçayı ve Lara Kruvaziyer Limanı Projeleri ile Antalya’nın gündeminde.
Bu projelerin teknik yanları ile vereceği zararlar defalarca anlatıldı.
Ancak benim takıldığım nokta “bu projelerin en çevreci proje olduğunun” söylenmesi ve hatta bazı gazetecilerce cansiperane savunulmasıdır.
Geçen hafta yine bir gazeteci bu projeleri “en çevreci projeler” diye savunmuş ve savunurken de çevre kavramının katletmiş.
Yazısında çevreci kime denir, diye sormuş ve şöyle tarif etmiş;
"Çevreci, doğayı olduğu gibi bırakan değil, daha iyi daha rasyonel yapan ve çevre kirliliği ile uğraşan kişidir"
Bu ifadeye gülmemek elde değil.
Çünkü kullanılan ifade, yaratılan rantı savunmak için bilimi bile reddeden bir ifadedir.
Bu ifadeyi yazan önce doğa nedir diye merak edip araştırmamış bile...
Araştırsaydı doğanın (çevrenin), milyonlarca yılda kendi iç dengelerini oluşturarak yöresine özgü faunayı ve ekolojiyi meydana getiren bir süreç olduğunu öğrenirdi.
Böylece insanın doğaya müdahalesi ile daha iyi, daha rasyonel bir çevre oluşturmasının mümkün olmadığını görürdü.
Çünkü çevre, kendi rasyonalitesini yine kendisi oluşturur.
İnsanın bu dengeye müdahalesi rasyonel değil, "irrasyoneldir”
Çevre ve doğa, insanın bu irrasyonel müdahalesini önünde sonunda reddeder.
Buna da "doğanın intikamı" denir.
Nitekim Antalya’nın içinden geçen ve Torosların yağmur, kar sularını denize taşıyan onlarca dere yatağı kapatılıp imara açılınca şehir uzun yıllar sele mahkûm olmuştu.
Bu gazeteci arkadaşımız bir de kendince “çevreci” tanımı yapmış ve çevreci olmayı “çevre kirliliği ile mücadele edene denir,” diye de fetva yazmış…
Bu arkadaşımıza şu kadarını söyleyeyim; çevre kirliliği ile mücadele etmek, üç-beş ağaç dikmek, etrafı çiçeklendirmek insanın yaşadığı yeryüzünü temiz tutması ve doğanın kendi kendini yenilemesine yardımcı olmaktır.
Bunun adı çevrecilik değil, “çevreye yardımcı olmaktır.”
Çevreci, çevre kirliliği ile mücadele edene değil, “doğanın milyonlarca yılda oluşturduğu dengeyi koruyana, doğaya müdahale etmeyene denir.”
Boğaçayı ve Kruvaziyer Limanı projeleri çevrenin dengesine müdahale etmektedir.
Doğa bu müdahaleyi asla affetmez, bir gün acı bir faturayı önlerine koyar...