Taşeronluk özelleştirmenin kazığıdır
Geçen hafta, “taşeron çalışanları” çalıştıkları kamu kurumunda kadroya geçirilmesi ile ilgili Hükümet’in hazırladığı bir yasa tasarısı TBMM gönderildi.
850 bin çalışanı yakından ilgilendiren bu karar, iş hayatının kanayan bir yarasını kısman tedavi edecek.
Hangi nedenle ve gerekçeyle olursa olsun, AK Parti Hükümeti, ailesiyle birlikte 5 milyon kişinin gelecekle ilgili kaygılarını bir nebze olsun dindirecek bir adım attı.
Bu kararın bu kadar önemli kılan nedir?
Bunun için biraz geriye gitmek gerekir.
Turgut Özal liderliğindeki ANAP Hükümetlerinin ilk icraatlarının başında, “kamu hizmet ve işlerinin kamu tarafından değil, özel bir şirket (taşeron) tarafından yapılması” esasına dayanan “özelleştirme” çalışmaları yapılmıştı.
Bu uygulama 2000’li yılların başında yaygınlaştı, devlet üretimden ve hizmetten hızla geriye çekilerek meydanı özel şirketlere bıraktı.
Temizlikten güvenliğe, ulaşımdan çevre sağlığına, yol yapımından baraj inşaatına, yemekten çay ocaklarına kadar uzanan tüm alanların taşeron denilen firmalara bırakılması ile birlikte kamuda bu işleri yapanlara olan ihtiyacın azalması ile birlikte personel anlamında “devlette küçülme” süreci başladı.
Ancak bu işlerin ihalesini alan taşeron firmalarda yüz binlerce işçi çalıştırılır oldu.
Taşeron firmaların temel varlık nedeni “kar etmek” olduğundan ve bu karı yaptığı işten değil, “sendikasız, güvencesiz ve asgari ücretle çalıştırdığı işçilerin sırtından elde etti.”
Özelleştirmeyle beraber çalışanların lehine sosyal tedbirler alınmadığı için azgın bir sömürü alanı peydahlandı.
Yapılan seçim yatırımı olsa da taşeron işçilerin belli bir kadroya bağlanacak olması, onlarda sendikalı olmayı ve iş güvencesini oluşturacak, toplumsal refahtan biraz daha fazla pay almalarını sağlayacaktır.
Bu anlamda alınan bu karar desteklenmelidir.
Ancak bu karar, işçi lehine olmakla beraber “sistemle ilgili yeni sorunları ortaya çıkaracaktır.”
Örneğin, belediyelerde park ve bahçelerin düzenlenmesinin ihalesini alan taşeron şirketin çalışanlarını belediyenin iktisadi işletmelerinde kadroya alınca taşeron firma bu işleri yapmaya nasıl devam edecek?
İşçiler artık belediyenin çalışanları olduğundan taşeron firma işi bırakacak ve işlerini belediye mi üstlenecek?
Belediyeler taşeron işçilerini bünyesine aldıktan sonra kamu hizmetlerini yeniden ihaleye çıkarmasının mantığı olmayacaktır.
Böylece yıllar sonra başa mı dönülecek?
Yani kamu hizmetleri yine kamu kurumları tarafından yerine getirilecektir.
O zaman başka bir sorun daha ortaya çıkacaktır.
Taşeron sistem yüzünden kurulan on binlerce firma ne yapacak?
20-30 yıldır bu alanda uzmanlaşmış firmalar yaptıkları yatırımları, makine ve teçhizatları ne yapacaklar?
Kısacası, sadece çalışanları kadroya almakla iş bitmiyor.
Sorunu temelden çözmek için “taşeronluk sistemi temelden ele alınmalı” ve toplum, 30 yıldır çakılan bu kazıktan kurtarılmalıdır…
*****
Türel bunları cevaplandırmalı
Boğaçayı Projesi diye bilinen uygulama ile ilgili Türel’in açıklamalarına göre 1. Etap ihalesi yapılıp, saha çalışmaları başlatılmış.
Bu projenin ne halka ciddi bir faydası, ne de çevreye bir katkısı olmayacağını bile bile “büyük işler yapan başkan” olabilme sevdasıyla Antalya’nın doğası katledilmektedir.
Konuyla ilgili meslek odalarının desteğini alabilmek amacıyla yanında getirdiği bilim insanlarıyla yaptığı sunumunda, projenin ne kadar çevreci(!) ne kadar sorunsuz ve Boğaçayı aksı ile Konyaaltı Sahili’ne bırakın zarar vermeyi, katkısı olacağını anlatmış ama kamuoyundan istediği desteği sağlayamamıştır.
Bu sunumdan sonra konunun uzmanlarıyla toplanarak projeyi değerlendiren “Meslek Odaları Eşgüdüm Kurulu” kamuoyuna bir açıklama yapmış ve projenin yapacağı tahribatları ve vereceği zararları anlatmışlar lakin Menderes Türel’den bugüne dek bir açıklama gelmemiştir.
Yani, cami ne kadar büyük olursa olsun imam bildiği okumaya devam ediyor…
Türel’in suskunluğuna rağmen belki cevaplar umuduyla yeniden proje ile ilgili sıkıntılı konuları kez daha soralım.
Boğaçayı’nın denizden itibaren dere tabanının 1,5 m derinliğe kadar kazılarak deniz suyunun kara içerisine girişi sağlanacak ve böylece Boğaçayı boyunca tuzlu suyun kara içinde ilerlemesine sebep olacaktır. Bunun sonucu olarak Antalya’ya içme suyu sağlayan Boğaçayı kuyu suları tuzlanacak ve içme suyu niteliğini kaybedecektir. Halen “Antalya’nın içme suyu olarak kullanılan ve günlük 200 bin kişini ihtiyacını karşılayan saniyede 400 litre su, bu projeyle birlikte kullanılmaz hale gelecektir.”Boğaçay Taşkın Koruma Çökelti ve Kontrolü Projesi kapsamında kum ve taş benzeri katı maddenin taşınması engellenecek, böylece havza ve yataktan gelecek katı maddenin denize ulaşması mümkün olmayacaktır. “Denize ulaşmayan katı madde kumsalı beslemeyeceği için sahil bandında erozyonlar oluşacak ve binlerce yılda oluşan Konyaaltı Sahili yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalacaktır.”
Boğaçay içerisine alınarak durağan kalacak olan su kütlesine, karadan doğal veya suni nedenlerle gelecek azot ve fosfor gibi maddeler nedeniyle yosunlaşma çoğalacak, su kalitesi bozulacak, koku ve görüntü kirliliği oluşacaktır. Meydana gelecek dip çamurunu temizlemek ciddi bir maliyet gerektirecek bu durum deniz kirliliğini arttıracaktır. “Tuzlanma; dere ekosistemini tamamen bozacağı gibi bölgedeki yeraltı sularının tuzlanmasına, toprak kirliliğine neden olacak ve tarım arazilerine de zarar verecektir.”
Meslek Odaları Eşgüdüm Kurulu tarafından yapılan açıklamanın son bölümünde şöyle deniliyor;
“İleride olabilecek büyük çevresel zararları ve yüksek maliyeti nedeniyle projenin olası bir sel felaketi ve bunun sonucunda su baskınları mal ve can kaybına da neden olabileceği dikkate alındığında doğal afet riski taşıması nedeni ile yeniden değerlendirilmesi şarttır. Böylesine riskli bir projenin hayata geçirilmesinde Antalya halkı için KAMU YARARI GÖRMEDİĞİMİZİ açıkça belirtiyoruz.
Kamuoyunun bilgisine sunarız…”
Umarım Türel, projeyle ilgili ileri sürülen sıkıntılara makul ve mantıklı ama aynı zamanda bilimsel bir açıklama yapar…
*****
KISA… KISA
Kudüs özgürlüğün bayrağıdır
Trump’un (bu herife başkan diyemiyorum nedense) Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması ve ABD elçiliğini buraya taşıma kararına gösterilen tepkinin sadece “dinsel/inançsal” olmasına gerçekten üzüldüm.
Elbette kitaplı 3 dinin kutsal tapınaklarını barındırması bakımından tarihsel/dinsel bir öneme sahiptir.
Bu anlamda Müslümanlar kadar Hıristiyanların ve Musevilerin de bu kenti ziyaret etmeleri, kendilerini bu kentle ifade etmeleri haklarıdır.
Ancak Kudüs’ü böyle anmak öncelikle Kudüs’e ve Filistin halkına haksızlıktır.
Çünkü Kudüs, 90 yıldır süregelen Filistin halkının özgürlük mücadelesinin “bayrağıdır.”
“Kudüs’ü, Siyonist ve ırkçı bir siyasetin merkezi haline getirmek, Müslümanların inançlarına saldırmaktan daha çok Filistin’in özgürlük bayrağını indirmek demektir…”
Filistin halkının bağımsızlığı ve özgürlüğü için o topraklarda can veren yüzlerce Anadolu evladı vardır o topraklarda.
Ankara nasıl ki bizlerin bağımsızlığının ve özgürlüğünün bayrağı ise Kudüs’te Filistinliler için öyledir.
Yani Kudüs, Filistin özgürlüğünün Kızılelmasıdır…
İsrail’in siyonist politikası ile Kudüs’ü işgal etmesini, ABD’nin buna destek vermesini lanetliyorum…
***
Böcek’in kitap fuarı
Konyaaltı Belediye Başkanı Böcek, 8 yıldır belediye adına kitap fuarı düzenliyor.
Aslında buna fuar denmez, olsa olsa kitap sergisi denir ama yine de okuma oranındaki düşüklük nedeniyle böyle bir etkinlik düzenlemesi güzel bir olay.
Ancak geçen hafta Hürriyet Gazetesi’nin Akdeniz ekinde fuarla ilgili bir şeyler söylerken “fuar sayesinde korsanı azalttık” dedi ve ben bu sözleri okuyunca güldüm.
20 yayınevi ve tanınırlığı olan 3-5 yazarla adına fuar denilen bir kitap sergisi açıyor ve sanki yüz binlerce kitap satılmış gibi korsan kitap sayısında azaltma yapıldığını söylüyor.
Böyle bir söze gülünmez de ne yapılır? Allah aşkına…
Türkiye’de tüm belediyeler TÜYAP ile kitap fuarı düzenlerler ve bu fuarlara 500 civarında kadim yayınevi stant açar, yüze yakın anlı-şanlı yazar imza günü düzenler, yüz binleri aşan kitap satışı olur, buna rağmen TÜYAP yönetimlerinden böyle bir açıklama yapılmaz.
Niye yapmazlar biliyor musunuz?
Yılda 4,5 milyon korsan kitap basılır ve bunun oluşturduğu pazar 5 milyon TL civarındadır.
İnsan öyle bol keseden sözler söyleyip sonrada gülünç duruma düşmemeli.
****
Davutoğlu şaşkın mı, günah mı çıkarıyor…
Geçtiğimiz hafta başında eski Başbakan Ahmet Davutoğlu, 17/25 Aralık operasyonlarında adı geçen 4 bakan için “rüşvet alanlardan, haksız kazanç elde edenlerden hesap sorulmalı” dedi.
Rıza Sarraf’ın açıklamalarının kendisine dokunacağını hissettiği için mi bunları söylüyor, yoksa kendisinin döneminde yaşanan 17/25 Aralık dönemi ile ilgili içinde kalanları dışarıya çıkarma gereği mi duydu ve bu nedenle günah mı çıkarıyor acaba, diye düşünmeden edemiyor insan.
“İnsana sormazlar mı, behey kardeş bu adamlar senin bakanlar kurulunda değil miydi?
Bu muhteremlerin çevirdiği dolapları sen başbakan olarak bilmiyor muydun?
Hadi, diyelim ki bilmiyordun ama TBMM Komisyonu’nda onca tapeler, onca ifadelerle öğrendin, peki o zaman neden Meclis oylaması sırasında yurt dışına çıktın da Meclis kürsüsüne yumruğunu vurup –arkadaş gidin Yüce Divan’da aklanın gelin-demedin ve kaçtın?”
Hadi canım, hadi… Önce sen siyasi sorumluluğunun gereğini yerine getir bakalım…